Müslüman ahalimiz dinin genel kurallarına odaklanmak yerine ayrıntılarda boğulmayı sever. Örneğin zina yapmakta sakınca görmezken (hatta zina öncesi namaz kılanlar vardır), öldürseniz domuz eti yemez. Faizin haram olduğunu, mal-mülkün biriktirilmemesi gerektiğini (bu konuya ayrıca değinicez) duymak dahi istemez ama bir noel ağacına kafayı takar.
Yalan, hırsızlık, yolsuzluk, adam öldürme (cihad ve namus adı altında) önemsizdir ama yılbaşını kutlamak dinden çıkmaktır. Noel Baba da onlara göre Hristiyanlığın simgelerinden biridir.
Madem esaslardan ziyade ayrıntıları seviyoruz, biz de ona değinelim bugün.
Gerçekten Noel Baba Hristiyanlık sembolü müdür ?
Kimdir Allah aşkına bu Noel Baba ?
Yazının sonunda vereceğimiz ipucu ile bulacağınızdan şüphemiz yok.
Kökenleri İskandinav mitolojilerine dayandırılsa da çok ilginçtir ki Türklerde de böyle bir efsane vardır. Artık unutulmaya yüz tutsa da özellikle Orta Asya Türklerinde Ayaz Ata, Ayaz Han isminde soğuk kış günlerinde kimsesizlere, açlara yardım eden birisi vardır. Ak sakallı, yaşlı bir adam olarak resmedilir.
Ağaç süsleme geleneği ise çok eski bir Türk geleneğidir zaten. Bugün bile hala ağaca çaput bağlama işini İstanbulda dahi görebilirsiniz.
Türklerde var olan benzer bir başka efsane ise Dede Korkut'tur. Bu kişi de ak sakallı, yaşlı bir adam olarak resmedilir. Keramet sahibi, bilgili, Türk boylarının önemli konuları kendisine danıştığı birisidir. Elinde kopuzu ile Türklere hikayeler anlatır, boy boylar, soy soylar. Korkut isminin verilmesi ise aniden ortaya çıkıp aniden yok olması ile geçici bir korku vermesindendir. Eski Türk kültüründe kendisi en saygın karakterlerden biridir.
Dede Korkut ile Ayaz Ata aynı kişi olabilir mi ? İkisi de ak sakallı, bilge, kerametleri ve güçleri olan kişilerdir. Açlara, muhtaçlara, kimsesizlere ve çocuklara yardım ederler. Bir görünür, bir kaybolurlar. İkisi de Türk efsanelerinden çıkma, farklı isimlerle anılan tek bir kişi olabilir mi ?
Peki ya Noel Baba ile Dede Korkut aynı kişi olabilir mi ? İskandinav bölgesinin Türklerle yakın ilgisi vardır (bir ayrı konu başlığı daha). Noel Baba figürü zaten Türklerde var olan bir karakterin zamanla Hristiyanlığa uyarlanan bir yansıması olabilir mi ? Türk tarihini ve efsanelerini bilmeyenler bu tarz söylemleri, "herkes ve herşey Türklerden geliyor de de olsun" diye alaya alsalar da en azından bu Noel Baba figürünün Türklerin hediyesi olduğu ortadadır.
Peki kimdir bu Dede Korkut veya Ayaz Ata veya Noel Baba ?
Biraz düşününce bulacaksınız.
Düşünün bakalım gece rüyalara giren ak sakallı dede kim ? İnsanlara yardım eden, hatta zorda kalanların onu çağırdığı bu meşhur ak sakallı kim ? Çok uzaklara gitmeyin. Bizim topraklarımızda da oldukça meşhur birisidir.
Bulduğunuza eminim :)
24 Aralık 2014 Çarşamba
10 Ağustos 2014 Pazar
MENDERES'TEN TAYYİP'E DEMOKRASİMİZ
Yazılarımızı okuyanlar bilirler. Demokrasiye inanan, onu savunan biri değilimdir.
Ama bu fikirlerimizi bir kenara bırakıp, demokrasinin kendi kuralları içinde düşünerek, bugün neden dikatatör olma heveslisi birinin rahatça hedeflerine ulaşabildiğini irdeleyelim kısaca.
Tayyip'e pek çok kişi kızsa da, daha önceden de analiz ettiğimiz gibi bu topraklarda yetişmiş herkesin içinde aslında bir Tayyip vardır. Ve Tayyip gibi bir başbakan da ilk defa gelmiyor cumhuriyet tarihine.
Adnan Menderes Tayyip'den aşağı kalır yanı olmayan bir başbakandı. Seçimlerde kendisine oy vermediği için illeri ilçe yapan, kurduğu komisyon ile mahkeme yetkilerini üzerine alan ve sevmediği basın organlarını ve hatta muhalefet partisi CHP'yi kapatmaya kalkışan biri idi.
Aslında Tayyip'in bugün söylediği yeni bir söz veya yaptığı yeni bir icraat yok demokrasiye verdiği zarar açısından. Hepsini daha önceden Menderes de yapmıştı.
Peki ne oldu ?
Hepimizin bildiği gibi darbe sonucu Menderes asıldı.
İşte bu yanlış bugün Tayyibin iktidar olmasını sağladı.
Peki Menderes döneminde yapılan yanlışın Tayyip ile ne ilgisi var ?
Menderes iyi veya kötü halkın tercihi ile iktidara gelmiş biri idi. Arkasında milyonlar vardı. Bu milyonlara ister cahil deyin ister kör, onun peşinden gidiyordu. Bunun nedenleri ayrı bir tartışma konusudur ama halk onun iktidarda kalmasını istiyordu.
Dışardan demokrasiye yapılan müdahale, Menderes'in diktatörce eğilimlerine karşı toplumda bir bilinç oluşmasını engelledi. Eğer darbe olmasaydı Menderes tam bir diktatör olabilir hatta kendini halife bile ilan edebilirdi. Ama aynı zamanda onun bu eğilimlerine karşı bir tepki de oluşacaktı toplumda.
Ve bu tepkiyi güdenler azınlıkta olduğu için devletin gücüne karşı demokrasiyi kullanmaya çalışarak örgütlenmek, halkı bilinçlendirmek zorunda kalacaktı. Türkiye gibi bir devletin uzun süre diktatörlükle yönetilemeyeceği gerçeğini de düşünürsek, zamanla bu diktatörce uygulamalar onu destekleyenler üzerinde dahi olumsuz etkileri gösterecekti ve yıkılacaktı. Ama seçimle ama halk ayaklanması ile.
Ve o andan itibaren toplumda diktatörlüğe dair savunma mekanizmaları gelişecekti. Dikkat ediniz, yasalarda demedik, toplumda dedik özellikle. 1960 anayasası getirdiği çok demokratik anayasa ve kurumlarla bunu yapabileceğini sanmıştı ama bugün yanıldıklarını görüyoruz.
Eğer Menderes doğal yollardan iktidardan düşse idi, ki bu yol seçim olur halk ayaklanması olur, bugün Tayyip gibi biri çıkıp bu tarz eğilimlere giremezdi. Çünkü onu daha başında, yasalar kanunlar değil, halk elerdi. Bugün Almanya'nın Nazizme gösterdiği hassasiyete benzer bir durum bizde de oluşurdu.
Ayrıca bu iktidarları öyle veya böyle besleyen ve destekleyen %50'lik halk tabakasının otoriter partilerden ayrılmasının tek normal yolu, bu iktidarların icraatlarını yaşamalarını ve ders çıkarmalarını sağlamaktır. Sürekli bu tabanın istediği partiyi iktidardan uzaklaştırmak, sadece olacak olanı ertelemeye yarar, başka bir şeye değil.
Dedelerimiz Menderes'i engelleyerek, olacak olanı, torunlarına yani bizim zamanımıza bıraktılar.
Ama bu fikirlerimizi bir kenara bırakıp, demokrasinin kendi kuralları içinde düşünerek, bugün neden dikatatör olma heveslisi birinin rahatça hedeflerine ulaşabildiğini irdeleyelim kısaca.
Tayyip'e pek çok kişi kızsa da, daha önceden de analiz ettiğimiz gibi bu topraklarda yetişmiş herkesin içinde aslında bir Tayyip vardır. Ve Tayyip gibi bir başbakan da ilk defa gelmiyor cumhuriyet tarihine.
Adnan Menderes Tayyip'den aşağı kalır yanı olmayan bir başbakandı. Seçimlerde kendisine oy vermediği için illeri ilçe yapan, kurduğu komisyon ile mahkeme yetkilerini üzerine alan ve sevmediği basın organlarını ve hatta muhalefet partisi CHP'yi kapatmaya kalkışan biri idi.
Aslında Tayyip'in bugün söylediği yeni bir söz veya yaptığı yeni bir icraat yok demokrasiye verdiği zarar açısından. Hepsini daha önceden Menderes de yapmıştı.
Peki ne oldu ?
Hepimizin bildiği gibi darbe sonucu Menderes asıldı.
İşte bu yanlış bugün Tayyibin iktidar olmasını sağladı.
Peki Menderes döneminde yapılan yanlışın Tayyip ile ne ilgisi var ?
Menderes iyi veya kötü halkın tercihi ile iktidara gelmiş biri idi. Arkasında milyonlar vardı. Bu milyonlara ister cahil deyin ister kör, onun peşinden gidiyordu. Bunun nedenleri ayrı bir tartışma konusudur ama halk onun iktidarda kalmasını istiyordu.
Dışardan demokrasiye yapılan müdahale, Menderes'in diktatörce eğilimlerine karşı toplumda bir bilinç oluşmasını engelledi. Eğer darbe olmasaydı Menderes tam bir diktatör olabilir hatta kendini halife bile ilan edebilirdi. Ama aynı zamanda onun bu eğilimlerine karşı bir tepki de oluşacaktı toplumda.
Ve bu tepkiyi güdenler azınlıkta olduğu için devletin gücüne karşı demokrasiyi kullanmaya çalışarak örgütlenmek, halkı bilinçlendirmek zorunda kalacaktı. Türkiye gibi bir devletin uzun süre diktatörlükle yönetilemeyeceği gerçeğini de düşünürsek, zamanla bu diktatörce uygulamalar onu destekleyenler üzerinde dahi olumsuz etkileri gösterecekti ve yıkılacaktı. Ama seçimle ama halk ayaklanması ile.
Ve o andan itibaren toplumda diktatörlüğe dair savunma mekanizmaları gelişecekti. Dikkat ediniz, yasalarda demedik, toplumda dedik özellikle. 1960 anayasası getirdiği çok demokratik anayasa ve kurumlarla bunu yapabileceğini sanmıştı ama bugün yanıldıklarını görüyoruz.
Eğer Menderes doğal yollardan iktidardan düşse idi, ki bu yol seçim olur halk ayaklanması olur, bugün Tayyip gibi biri çıkıp bu tarz eğilimlere giremezdi. Çünkü onu daha başında, yasalar kanunlar değil, halk elerdi. Bugün Almanya'nın Nazizme gösterdiği hassasiyete benzer bir durum bizde de oluşurdu.
Ayrıca bu iktidarları öyle veya böyle besleyen ve destekleyen %50'lik halk tabakasının otoriter partilerden ayrılmasının tek normal yolu, bu iktidarların icraatlarını yaşamalarını ve ders çıkarmalarını sağlamaktır. Sürekli bu tabanın istediği partiyi iktidardan uzaklaştırmak, sadece olacak olanı ertelemeye yarar, başka bir şeye değil.
Dedelerimiz Menderes'i engelleyerek, olacak olanı, torunlarına yani bizim zamanımıza bıraktılar.
20 Mayıs 2014 Salı
NEDEN KADERCİYİZ ?
Maden kazası sonrası hükümet tepkileri azaltmak için kaderciliğe sarılmaya başladı. Tabi okumuş kesimimiz haklı olarak bunun kader ile bir ilgisi olmadığını, tamamen insan hata ve ihmali olduğunu anlatmaya çalıştı.
Ama anlatamadı.
Neden Anadolu insanı (Trakyayı dışlamıyoruz Anadolu insanı derken) bu kadar kaderci ?
Neden bu kadar mantıklı ve akılcı açıklamalara rağmen hala bu ölümlerin kader olduğuna inanıyor ?
Cahillikten mi ?
Anadolu insanı nasıl ki anlayamadığı olayları kadercilik ile açıklarsa, okumuş tayfamız da anlayamadığı toplumsal olayları cehalet ile açıklamaya çalışır.
Kaderciliğin cahillikle bir ilgisi yoktur.
Kaderciliğin en önemli nedeni toplumsal yapımızdan kaynaklanır, ki bunu ayrı bir yazı dizimiz ile açıklayacağız.
Kaderciliğin diğer çok önemli bir nedeni ise umuttur.
Evet bildiğimiz ümit etmek, geleceğe umutla bakmak.
Ki bu umut, çaresizlikten kaynaklanır.
Anlaması zor değil. Madenciler üzerinden gidelim. Yeri göğü inleten beyaz yakamız olayları unutmaya, gündelik hayatına dönmeye başladı. Sağ kalan madenciler unutulmaya başlandığından, "kaderleri" ile yalnız başlarına yüzleşmek zorundalar.
Ne yapabilirler ki ? Bu yoksulluklarından nasıl kurtulabilirler ki ? Yarın yine o madene girmek zorundalar yoksa aç kalacaklar. Nesillerdir mücadele edip duruyorlar ama bu kısır döngüyü kıramıyorlar. Zaten ne yapmaları gerektiğini de bilmiyorlar.
İşte bu çaresizlik kaderciliği körüklüyor, çünkü kadercilik onlara bir umut veriyor. Allah'ın bir bildiği vardır diyorlar. Eğer sabredersek, bir gün bizim de yüzümüz gülecek diyorlar. Bizi sınıyor şuan diyorlar. Kendilerine el uzatan olmadığından, ellerini Allah'a açıyorlar mecburen.
Siz zannediyor musunuz ki o türbelerdeki insanlar, ağaçlara adak adayanlar hep bunu cahillikten yapıyor. Gidin konuşun, çoğu çaresiz hissettikleri için bu yollara başvuruyorlar.
Allah göstermesin, kanser olduğunuzu varsayın. Öyle oturduğunuz yerden değil, bayağı bir hayal edin bunu gözünüzü kapatıp. Bütün doktorlar çaresiz. Siz çaresiz. Ölümü bekliyorsunuz. Biri geliyor, şu kocakarı ilacını uygulayanlar veya şu hocaya okutanlar şifa bulmuş diyor. Ne yaparsınız ? Ne kaybederim ki deyip gitmez misiniz ?
Kadercilik, cehaletten değil, çaresizliktendir.
İnsanoğlu yapı itibariyle nankör olduğundan çaresiz kalmadığı sürece Allaha yüzünü dönmez. Bu nedenle genel bir kural olarak, eğer biri dine sarılıyorsa, bilin ki çaresizdir diyebiliriz.
Ve o din bize, çaresiz olana el uzatmamızı söylüyor. Ne kadar ilginç !
Ama anlatamadı.
Neden Anadolu insanı (Trakyayı dışlamıyoruz Anadolu insanı derken) bu kadar kaderci ?
Neden bu kadar mantıklı ve akılcı açıklamalara rağmen hala bu ölümlerin kader olduğuna inanıyor ?
Cahillikten mi ?
Anadolu insanı nasıl ki anlayamadığı olayları kadercilik ile açıklarsa, okumuş tayfamız da anlayamadığı toplumsal olayları cehalet ile açıklamaya çalışır.
Kaderciliğin cahillikle bir ilgisi yoktur.
Kaderciliğin en önemli nedeni toplumsal yapımızdan kaynaklanır, ki bunu ayrı bir yazı dizimiz ile açıklayacağız.
Kaderciliğin diğer çok önemli bir nedeni ise umuttur.
Evet bildiğimiz ümit etmek, geleceğe umutla bakmak.
Ki bu umut, çaresizlikten kaynaklanır.
Anlaması zor değil. Madenciler üzerinden gidelim. Yeri göğü inleten beyaz yakamız olayları unutmaya, gündelik hayatına dönmeye başladı. Sağ kalan madenciler unutulmaya başlandığından, "kaderleri" ile yalnız başlarına yüzleşmek zorundalar.
Ne yapabilirler ki ? Bu yoksulluklarından nasıl kurtulabilirler ki ? Yarın yine o madene girmek zorundalar yoksa aç kalacaklar. Nesillerdir mücadele edip duruyorlar ama bu kısır döngüyü kıramıyorlar. Zaten ne yapmaları gerektiğini de bilmiyorlar.
İşte bu çaresizlik kaderciliği körüklüyor, çünkü kadercilik onlara bir umut veriyor. Allah'ın bir bildiği vardır diyorlar. Eğer sabredersek, bir gün bizim de yüzümüz gülecek diyorlar. Bizi sınıyor şuan diyorlar. Kendilerine el uzatan olmadığından, ellerini Allah'a açıyorlar mecburen.
Siz zannediyor musunuz ki o türbelerdeki insanlar, ağaçlara adak adayanlar hep bunu cahillikten yapıyor. Gidin konuşun, çoğu çaresiz hissettikleri için bu yollara başvuruyorlar.
Allah göstermesin, kanser olduğunuzu varsayın. Öyle oturduğunuz yerden değil, bayağı bir hayal edin bunu gözünüzü kapatıp. Bütün doktorlar çaresiz. Siz çaresiz. Ölümü bekliyorsunuz. Biri geliyor, şu kocakarı ilacını uygulayanlar veya şu hocaya okutanlar şifa bulmuş diyor. Ne yaparsınız ? Ne kaybederim ki deyip gitmez misiniz ?
Kadercilik, cehaletten değil, çaresizliktendir.
İnsanoğlu yapı itibariyle nankör olduğundan çaresiz kalmadığı sürece Allaha yüzünü dönmez. Bu nedenle genel bir kural olarak, eğer biri dine sarılıyorsa, bilin ki çaresizdir diyebiliriz.
Ve o din bize, çaresiz olana el uzatmamızı söylüyor. Ne kadar ilginç !
15 Mayıs 2014 Perşembe
BEYAZ YAKALININ İŞÇİ SEVGİSİ
Soma'daki acı olaylar karşısında insanların verdikleri tepkilerden, hislerinden, üzüntülerinden zerre şüphem yok.
Ama o üzülenlerin, işçi dostu görüntüsü vermelerine ise inanmıyorum. Aşağıdaki yazıyı aslında 1 Mayıs'ta "beyaz yakalıların" sosyal medyada, işçileri sözde destekleyen sözlerine istinaden yazacaktım ama fırsat olmadı. Sonra şu, sedyeyi kirletmek istemeyen işçinin fotoları paylaşılıp, kurban olurum sana benzeri yorumları görünce dayanamadım.
Şu beyaz yakalının samimiyetini bir görelim bakalım.
Eyy beyaz yakalı,
İşçi çocuklarının gittikleri kafelere gitmeyen sen değil misin ? Onların olduğu ortamı rahatsız edici bulan?
Avmde, lokantada, tatil yerinde, hatta facebookta, burası iyice "amele" doldu diyen ve amele kelimesini aşağılayıcı bir tabir olarak kullanan sen değil misin ?
Zor çalışma koşullarından dolayı beyaz atletiyle dolaşan işçiyi görünce "ıyy kıro" deyip yüzünü ekşiten sen değil misin ?
Sen değil misin, aynı davranışı (örneğin saygısızca bir şeyi) işçi yapınca hemen fırçayı basan ama patronun yapınca ona şirin gözükmek için ses çıkaramayan ? Şimdi mi aklına geldi işçinin de insan olduğu, beyaz yakalı ?
Sen değil misin zam dönemlerinde patronun tarafına geçip, kendi kariyerin için işçiye karşı patronun cebini savunan ? Şimdi neden kızıyorsun iş yeri sahiplerine, az para veriyorlar diye ?
Oturduğun yerden Soma'da iş güvenliği tedbirlerini almayan patrona kızıyorsun ama söyle bakalım beyaz yakalı, kendi iş yerinde patronun, işçiler için iş güvenliği tedbirini almayınca ne yaparsın ? İstifa mı edersin ? Güldürme beni beyaz yakalı. Ama bakanlara istifa edin demesini biliyorsun. Fatih Altaylı başbakandan emir alıp haberleri değiştirince, onurun varsa istifa et diyorsun da patron senden bir gerçeği manipüle etmeni istediğinde (örneğin işçilere zam vermemek için firmanın zararda olduğunu söylemek) istifa mı ediyorsun beyaz yakalı ? Yoksa istediği şeyi yapıyor musun ?
Söylesene beyaz yakalı, patronunun işçileri tazminatsız işten attığını öğrendiğinde ne yaptın veya ne yaparsın ? İstifa etmeni geçtim, bir kere olsun patronun karşısına geçip, bu yaptığınız doğru değil diyebildin mi veya diyebilir misin beyaz yakalı? Yoksa sen ancak facebookta, tweeterda mı kükrersin ?
Bak Tayyibe Amerikan maşası diyorsun, patronlara para için insanların kanını emen vampir diyorsun. Söyle beyaz yakalı, sen patronunun maşası değilsin de nesin? İşçi ile patronlar karşı karşıya kaldığında kimin tarafında yer aldın beyaz yakalı? Hadi onları geçtim, işini sağlama almak, daha fazla yükselmek ve para kazanmak için hiç sevmediğin patronuna onu seviyormuş gibi davranmadın mı beyaz yakalı ? Maşa olmak bu demek değil mi beyaz yakalı ?
Bugün işçi sendikaları neden genel greve gidip iş bırakmıyor diye yazıp duruyorsun beyaz yakalı. Söyle bakalım sen de katılacak mısın bu greve ? Patronunun karşısına çıkıp, ben üç gün işçilerin grevine katılıcam, çalışmıcam diyebilir misin ? O zaman niye kızıyorsun sendikalara beyaz yakalı ?
Söyle beyaz yakalı, senin Tayyip'den veya eleştirdiğin o insanlardan ne farkın var sahiden ?
Tayyip en azından senden daha dürüst. İkiyüzlü davranmıyor. Senin gibi arkadan vurmuyor. Açık açık içindekini söylüyor. Bu anlamda Tayyip, senden daha iyi bir insan beyaz yakalı.
Ama o üzülenlerin, işçi dostu görüntüsü vermelerine ise inanmıyorum. Aşağıdaki yazıyı aslında 1 Mayıs'ta "beyaz yakalıların" sosyal medyada, işçileri sözde destekleyen sözlerine istinaden yazacaktım ama fırsat olmadı. Sonra şu, sedyeyi kirletmek istemeyen işçinin fotoları paylaşılıp, kurban olurum sana benzeri yorumları görünce dayanamadım.
Şu beyaz yakalının samimiyetini bir görelim bakalım.
Eyy beyaz yakalı,
İşçi çocuklarının gittikleri kafelere gitmeyen sen değil misin ? Onların olduğu ortamı rahatsız edici bulan?
Avmde, lokantada, tatil yerinde, hatta facebookta, burası iyice "amele" doldu diyen ve amele kelimesini aşağılayıcı bir tabir olarak kullanan sen değil misin ?
Zor çalışma koşullarından dolayı beyaz atletiyle dolaşan işçiyi görünce "ıyy kıro" deyip yüzünü ekşiten sen değil misin ?
Sen değil misin, aynı davranışı (örneğin saygısızca bir şeyi) işçi yapınca hemen fırçayı basan ama patronun yapınca ona şirin gözükmek için ses çıkaramayan ? Şimdi mi aklına geldi işçinin de insan olduğu, beyaz yakalı ?
Sen değil misin zam dönemlerinde patronun tarafına geçip, kendi kariyerin için işçiye karşı patronun cebini savunan ? Şimdi neden kızıyorsun iş yeri sahiplerine, az para veriyorlar diye ?
Oturduğun yerden Soma'da iş güvenliği tedbirlerini almayan patrona kızıyorsun ama söyle bakalım beyaz yakalı, kendi iş yerinde patronun, işçiler için iş güvenliği tedbirini almayınca ne yaparsın ? İstifa mı edersin ? Güldürme beni beyaz yakalı. Ama bakanlara istifa edin demesini biliyorsun. Fatih Altaylı başbakandan emir alıp haberleri değiştirince, onurun varsa istifa et diyorsun da patron senden bir gerçeği manipüle etmeni istediğinde (örneğin işçilere zam vermemek için firmanın zararda olduğunu söylemek) istifa mı ediyorsun beyaz yakalı ? Yoksa istediği şeyi yapıyor musun ?
Söylesene beyaz yakalı, patronunun işçileri tazminatsız işten attığını öğrendiğinde ne yaptın veya ne yaparsın ? İstifa etmeni geçtim, bir kere olsun patronun karşısına geçip, bu yaptığınız doğru değil diyebildin mi veya diyebilir misin beyaz yakalı? Yoksa sen ancak facebookta, tweeterda mı kükrersin ?
Bak Tayyibe Amerikan maşası diyorsun, patronlara para için insanların kanını emen vampir diyorsun. Söyle beyaz yakalı, sen patronunun maşası değilsin de nesin? İşçi ile patronlar karşı karşıya kaldığında kimin tarafında yer aldın beyaz yakalı? Hadi onları geçtim, işini sağlama almak, daha fazla yükselmek ve para kazanmak için hiç sevmediğin patronuna onu seviyormuş gibi davranmadın mı beyaz yakalı ? Maşa olmak bu demek değil mi beyaz yakalı ?
Bugün işçi sendikaları neden genel greve gidip iş bırakmıyor diye yazıp duruyorsun beyaz yakalı. Söyle bakalım sen de katılacak mısın bu greve ? Patronunun karşısına çıkıp, ben üç gün işçilerin grevine katılıcam, çalışmıcam diyebilir misin ? O zaman niye kızıyorsun sendikalara beyaz yakalı ?
Söyle beyaz yakalı, senin Tayyip'den veya eleştirdiğin o insanlardan ne farkın var sahiden ?
Tayyip en azından senden daha dürüst. İkiyüzlü davranmıyor. Senin gibi arkadan vurmuyor. Açık açık içindekini söylüyor. Bu anlamda Tayyip, senden daha iyi bir insan beyaz yakalı.
14 Mayıs 2014 Çarşamba
MADEN İŞÇİLERİ VE GEZİCİLER
Yine bir maden faciası ve yine katliam gibi ölümler.
İnsan konuşmaya, yazmaya bile utanıyor ama söylemeden de edemiyor işte.
Buradaki yazıların amacı aslında sorunlarımızın neden çözülemediğinin ve nasıl çözülebileceğinin üzerine analizler yapmak.
Çözümsüzlüğün en önemli nedenlerinden biri, ikiyüzlülüğümüz ve bencilliğimiz. Sadece karşımızdakileri değil, kendimizi de kandırmaya çalışmamız.
Bu ölümlerden kim sorumlu ? 12 senedir iktidarda olup da maden işçilerinin koşullarını düzeltmeyen iktidar mı ?
Maden işçileri üzerinden anlatarak, bakalım öyle mi gerçekten ?
Eminim ki o maden işçilerinden azımsanmayacak kadarı AKP'ye oy vermiştir. Kendileri için hiçbir şey yapmayan bir partiye.
Peki son yıllarda daha çok sesleri çıkan ve ülkelerine sahip çıktıklarını söyleyen geziciler, bunun nedenini biliyor mu veya anlamak için hiç çaba gösterdi mi ?
Hayır, çünkü onların gözünde ülke meselesi hukuk, demokrasi, cumhuriyet vb kavramlardan ibaret. Onların tartışma alanında kasetlerde ne çıkmış, Feyzioğlu ne kadar haklıymış, saat 10'dan sonra içki yasak mı olurmuş vb. konular vardır.
Bunların hiçbiri madencinin derdi değil.
Girsek biz de o kara deliklere, çalışsak orada hayatımızı riske ederek her gün saatlerce. Bakalım o zaman derdimiz, devlet demokrasi ile mi padişahlık ile mi yönetiliyor olurdu yoksa çocuğumuzun karnını doyurabilmek mi?
Geziciler bunları anlamaz; çünkü seçkincidir. Halktan kopuktur. Kendi isteklerini halkın istekleri sanırlar. İki gösteri yaptılar diye devrim yaptıklarını ve diğer illerdeki birkaç gösteriye bakıp tüm Türkiye'nin arkalarında olduğunu zannedecek kadar hayalperesttir.
Çünkü okumuşluklarına güvenerek devletin asıl sahibi olduklarını, her şeyin en doğrusunu kendilerinin bildiklerini zannederler. O nedenle anlayamazlar, işçiler onlarca yıldır işçi düşmanlarını neden iktidara taşıyıp duruyorlar. Anlamadıkları için de AKP'ye oy verenlere makarnacı, koyun deyip aşağılarlar.
Oysa cevap çok basit :
Geziciler yüzünden AKP'ye oy vermekteler.
AKP'den önce de o maden işçileri o ağır şartlarda çalışıp ölürken, televizyonlarda "beyaz yakalı"ların şen şakrak, eğlenceli hayatlarını izliyorlardı. Onlar kara madenlerde ölümüne çalışırken, bizim, pazartesi sendromunu ülkenin en önemli iş hayatı sorunu haline getirmemize öfkeleniyordu. Bizden çok daha fazla çalışıp bizden çok daha kötü hayat şartlarında yaşamalarına bakıp bize karşı bileniyorlardı.
Ve bir gün bir parti çıktı. İlk defa bu seçkinciler sistemi ile (bakınız : TEK DİŞİ KALMIŞ CUMHURİYET başlıklı yazımız) mücadele edeceğini söyleyen ve kendi değerlerini yücelten birilerini gördüler siyaset sahnesinde.
Belki biliyorlardı onların da diğer partiler gibi kendileri için bir şey yapmayacaklarını. Ama en azından bu parti o okumuş züppelerin de gezicilerin de hayatını mahvetmeye kararlı idi.
Böylece madenciler ölürken, tvlerde, sosyal medyada, gazetelerde oturduğu yerden "ah ne acı" diye mesajlar atıp, hemen ardından, tatili hangi ülkede geçireceğinin planlarını yapanları artık görmeyeceklerdi. 1 Mayıslarda işçi yandaşıymış gibi davranıp, çalıştığı firmadaki işçilerin terinden ve görünüşünden iğrenip onları kendinden küçük gören ve yönetilmeye muhtaç olarak görenlerin o pis gururlarından kurtulacaklardı. Bugün üzülüp, iki gün sonra maden işçilerinin dertlerini unutarak, o hep sızlandıkları patronlardan çok da farklı bir hayat yaşamayan bu insanların iki yüzlülüklerini görmeyeceklerdi.
Birilerinin onlara haddini bildirmesi gerekiyordu ve bu AKP olacaktı.
Gezicilerin ve okumuşların anlamadıkları şey buydu. Halktan kopuk olan kimse halkı yanına alamaz. Bu nedenle geziciler de okumuş tayfası da yenilmeye de mahkumdurlar.
Ve işin acı tarafı, onlar yenildikçe, ülkeyi aydınlığa çıkaracak çözümler üretip uygulayacak kadrolar yetişmemeye başlayacak.
...
Başımız sağolsun
İnsan konuşmaya, yazmaya bile utanıyor ama söylemeden de edemiyor işte.
Buradaki yazıların amacı aslında sorunlarımızın neden çözülemediğinin ve nasıl çözülebileceğinin üzerine analizler yapmak.
Çözümsüzlüğün en önemli nedenlerinden biri, ikiyüzlülüğümüz ve bencilliğimiz. Sadece karşımızdakileri değil, kendimizi de kandırmaya çalışmamız.
Bu ölümlerden kim sorumlu ? 12 senedir iktidarda olup da maden işçilerinin koşullarını düzeltmeyen iktidar mı ?
Maden işçileri üzerinden anlatarak, bakalım öyle mi gerçekten ?
Eminim ki o maden işçilerinden azımsanmayacak kadarı AKP'ye oy vermiştir. Kendileri için hiçbir şey yapmayan bir partiye.
Peki son yıllarda daha çok sesleri çıkan ve ülkelerine sahip çıktıklarını söyleyen geziciler, bunun nedenini biliyor mu veya anlamak için hiç çaba gösterdi mi ?
Hayır, çünkü onların gözünde ülke meselesi hukuk, demokrasi, cumhuriyet vb kavramlardan ibaret. Onların tartışma alanında kasetlerde ne çıkmış, Feyzioğlu ne kadar haklıymış, saat 10'dan sonra içki yasak mı olurmuş vb. konular vardır.
Bunların hiçbiri madencinin derdi değil.
Girsek biz de o kara deliklere, çalışsak orada hayatımızı riske ederek her gün saatlerce. Bakalım o zaman derdimiz, devlet demokrasi ile mi padişahlık ile mi yönetiliyor olurdu yoksa çocuğumuzun karnını doyurabilmek mi?
Geziciler bunları anlamaz; çünkü seçkincidir. Halktan kopuktur. Kendi isteklerini halkın istekleri sanırlar. İki gösteri yaptılar diye devrim yaptıklarını ve diğer illerdeki birkaç gösteriye bakıp tüm Türkiye'nin arkalarında olduğunu zannedecek kadar hayalperesttir.
Çünkü okumuşluklarına güvenerek devletin asıl sahibi olduklarını, her şeyin en doğrusunu kendilerinin bildiklerini zannederler. O nedenle anlayamazlar, işçiler onlarca yıldır işçi düşmanlarını neden iktidara taşıyıp duruyorlar. Anlamadıkları için de AKP'ye oy verenlere makarnacı, koyun deyip aşağılarlar.
Oysa cevap çok basit :
Geziciler yüzünden AKP'ye oy vermekteler.
AKP'den önce de o maden işçileri o ağır şartlarda çalışıp ölürken, televizyonlarda "beyaz yakalı"ların şen şakrak, eğlenceli hayatlarını izliyorlardı. Onlar kara madenlerde ölümüne çalışırken, bizim, pazartesi sendromunu ülkenin en önemli iş hayatı sorunu haline getirmemize öfkeleniyordu. Bizden çok daha fazla çalışıp bizden çok daha kötü hayat şartlarında yaşamalarına bakıp bize karşı bileniyorlardı.
Ve bir gün bir parti çıktı. İlk defa bu seçkinciler sistemi ile (bakınız : TEK DİŞİ KALMIŞ CUMHURİYET başlıklı yazımız) mücadele edeceğini söyleyen ve kendi değerlerini yücelten birilerini gördüler siyaset sahnesinde.
Belki biliyorlardı onların da diğer partiler gibi kendileri için bir şey yapmayacaklarını. Ama en azından bu parti o okumuş züppelerin de gezicilerin de hayatını mahvetmeye kararlı idi.
Böylece madenciler ölürken, tvlerde, sosyal medyada, gazetelerde oturduğu yerden "ah ne acı" diye mesajlar atıp, hemen ardından, tatili hangi ülkede geçireceğinin planlarını yapanları artık görmeyeceklerdi. 1 Mayıslarda işçi yandaşıymış gibi davranıp, çalıştığı firmadaki işçilerin terinden ve görünüşünden iğrenip onları kendinden küçük gören ve yönetilmeye muhtaç olarak görenlerin o pis gururlarından kurtulacaklardı. Bugün üzülüp, iki gün sonra maden işçilerinin dertlerini unutarak, o hep sızlandıkları patronlardan çok da farklı bir hayat yaşamayan bu insanların iki yüzlülüklerini görmeyeceklerdi.
Birilerinin onlara haddini bildirmesi gerekiyordu ve bu AKP olacaktı.
Gezicilerin ve okumuşların anlamadıkları şey buydu. Halktan kopuk olan kimse halkı yanına alamaz. Bu nedenle geziciler de okumuş tayfası da yenilmeye de mahkumdurlar.
Ve işin acı tarafı, onlar yenildikçe, ülkeyi aydınlığa çıkaracak çözümler üretip uygulayacak kadrolar yetişmemeye başlayacak.
...
Başımız sağolsun
3 Ocak 2014 Cuma
DEMOKRASİ BALONU
Demokrasi için kötüler arasındaki en iyi sistem derler.
Aslında bu tarz sözler, size fark ettirmeden sınırlar çizer. Hangi yönetim biçimleri arasındaki en iyi olandır, sorusu sorulmaz. Sorulsa da klasik bilinen yöntemler söylenir. Denenmemiş yöntemlere hiç girilmez; çünkü girilirse demokrasinin balonu hemen patlayıverir.
Evet demokrasi yukarıda da söylediğimiz gibi aldatmacaya dayalı bir sistemdir. Onu sabah akşam o kadar allayıp pullayarak önümüze koyarlar ki biz de ondan başka bütün yolların yanlış olduğuna inanırız.
Modern anlamdaki demokrasiden önce doğan parlamenter sistem, aslında düzenin nasıl işlediğini gösteren iyi bir örnektir. Eskiden bu meclise sadece seçkinler girebilirdi. Durum değişti mi dersiniz ?
Tüm dünyada zenginler azınlık, yoksullar çoğunluktur. Zenginlerden çok fakirlerin hakkını savunan vekillerin çok olduğu bir meclis, bırakın Türkiye'yi ve bugünü, tarih boyunca demokrasi ile yönetiliyoruz diyen herhangi bir ülkede kurulmuş mudur hiç ? Bu işte bir yanlışlık yok mu ?
Bu durumu ilk fark eden kişi belki de Guy Fawkes idi. Bu yazı da aslında Fawkes ile ilişkili olarak daha önceden yazdığımız "5 KASIM - HATIRLA" yazımızın bir devamı niteliğindedir.
Geçmişte açıkça seçkinlerden kurulmuş bir meclis ile yönetim, (sadece siyasal nedenlerle olmasa da) insanları isyana sevk etmeye başlayınca görüntünün değiştirilmesine karar verildi. Seçkinler ya çok az sayıda girmeliydi ya da hiç girmemeliydi meclise. Ama girenlerin çoğunluğu mutlaka seçkinlere hizmet etmeliydi.
Meclistekileri halk seçsin ama önlerine çıkacak adayları seçkinler belirlesin. Ve bütün bunları öyle bir allayıp pullayalım ki halk, kendi kendini yönetiyor sansın.
Demokrasi ile kapitalizmin sıkı bağlantısına da dikkat çekmek gerekir. Aslında modern anlamdaki demokrasi, kapitalistlerin hiç istememesine rağmen gelişen bir durum. Bu gelişimi kendileri de görünce, halk hareketlerini nasıl isteklerimiz doğrultusunda kanalize ederizin cevabını aradılar ve demokrasi adını verdikleri bugünkü sistemi kurdular. Yani demokrasi, ileride kapitalizmin ne olduğu ile ilgili yazacağımız yazıda daha iyi anlaşılacağı üzere, kapitalizmin yaşaması için bulunmuş bir üst yapı formülüdür. Zincirlerini kırmak için kanlarını akıtanlara, tamam bakın istediğiniz oldu diyen bir sistemdir.
Yani demokrasi bize gösterilen ve anlatılan gibi bir yönetim şekli değil. Gerçekte olanla, olduğunu sandığımız şey arasında derin uçurumlar var. Örneğin bir demokraside derin devlet olmaz. Çünkü karar veren merci halk iradesi olmalıdır. Ama bugün Amerika'dan, Avrupa'ya kadar en gelişmiş ülkelerin bile bir derin devleti vardır. Bir demokraside MİT, CIA gibi gizli servisler olmaz. Çünkü demokraside hiçbir şey gizli saklı olamaz. Ama bütün ülkelerin gizli servisleri vardır.
Sırf bu iki örnek bile bizi nasıl kandırdıklarını gösterir : Gelişmiş devletlerdeki derin devlet demek, aslında bizim tartıştığımız biçimden farklı olarak, ülkelerin 50 yıllık planlarını yapan, bilgileri analiz eden, değerlendiren sistemmiş. İstihbarat örgütü demek, ülkenin güvenliği için bilgi toplayan servis demekmiş. Sanki bu ikisi el ele verip en temel insan hakkı olan yaşama hakkına yıllardır tüm dünyada kastetmiyormuş gibi.
Sen insanları öldür, ülke ekonomilerini boz, sonra ben demokrasi ile yönetilen, insan haklarına saygılı bir ülkeyim de.
Zaten bu basit gerçekten çıkan bir tek sonuç var. Bahsedildiği anlamda gerçek bir demokrasinin kurulabilmesi için öncelikle gelişmiş ülkelerin bu sistemi gerçekten istemeleri gerekmektedir. Demokrasi ancak Birleşmiş Milletler gibi bütün ülkelerin ortak kararları ile ortak adımlarla kurulabilir. Çünkü artık dünya küreselleşmiştir. Bu da olmayacağına göre, demokrasi hiçbir zaman gelmeyecektir.
Siyasetin arka odalarında yapılan pazarlıkların, bütün önemli kurumları ele geçirmiş çok uluslu dev firmaların olduğu (örneğin ilaç ve gıda firmaları bir ürün çıkardıklarında FDA'deki kendi adamlarınca bu ürünlerini FDA'e kolaylıkla onaylatabilmektedirler), ekmek çalanın yıllarca cezalandırıldığı ama ülkeyi soyanın yanına kar kaldığı hukukun, asker olarak ölenlerin ekseriyetinin alt veya orta sınıfa ait olduğu bir sistemin, daha siyah ırka insan gözüyle bile bakmayı tam başaramamış ama dünyanın en özgürlükçü ünvanını taşıyan bir ülkeye sahip böyle bir dünyanın, demokrasi denilen şeyi geliştireceğine inanmak hayal ürünüdür.
Kendi ülkemiz açısından bakarsak, bugün Türkiye'de gördüğümüz bütün siyasal sorunların veya olumlu gelişmelerin hiçbir önemi yoktur. Darbe ile seçim arasında da bir fark yoktur. Darbeci ile demokrat arasında da çok fark yoktur. Tüm bu oyunlar, ilerleme veya gerilemeler, aynı çerçevenin içinde olan olaylardır.
Oysa bize çizilen bu çerçevenin değişmesi gerekmektedir.
Aslında bu tarz sözler, size fark ettirmeden sınırlar çizer. Hangi yönetim biçimleri arasındaki en iyi olandır, sorusu sorulmaz. Sorulsa da klasik bilinen yöntemler söylenir. Denenmemiş yöntemlere hiç girilmez; çünkü girilirse demokrasinin balonu hemen patlayıverir.
Evet demokrasi yukarıda da söylediğimiz gibi aldatmacaya dayalı bir sistemdir. Onu sabah akşam o kadar allayıp pullayarak önümüze koyarlar ki biz de ondan başka bütün yolların yanlış olduğuna inanırız.
Modern anlamdaki demokrasiden önce doğan parlamenter sistem, aslında düzenin nasıl işlediğini gösteren iyi bir örnektir. Eskiden bu meclise sadece seçkinler girebilirdi. Durum değişti mi dersiniz ?
Tüm dünyada zenginler azınlık, yoksullar çoğunluktur. Zenginlerden çok fakirlerin hakkını savunan vekillerin çok olduğu bir meclis, bırakın Türkiye'yi ve bugünü, tarih boyunca demokrasi ile yönetiliyoruz diyen herhangi bir ülkede kurulmuş mudur hiç ? Bu işte bir yanlışlık yok mu ?
Bu durumu ilk fark eden kişi belki de Guy Fawkes idi. Bu yazı da aslında Fawkes ile ilişkili olarak daha önceden yazdığımız "5 KASIM - HATIRLA" yazımızın bir devamı niteliğindedir.
Geçmişte açıkça seçkinlerden kurulmuş bir meclis ile yönetim, (sadece siyasal nedenlerle olmasa da) insanları isyana sevk etmeye başlayınca görüntünün değiştirilmesine karar verildi. Seçkinler ya çok az sayıda girmeliydi ya da hiç girmemeliydi meclise. Ama girenlerin çoğunluğu mutlaka seçkinlere hizmet etmeliydi.
Meclistekileri halk seçsin ama önlerine çıkacak adayları seçkinler belirlesin. Ve bütün bunları öyle bir allayıp pullayalım ki halk, kendi kendini yönetiyor sansın.
Demokrasi ile kapitalizmin sıkı bağlantısına da dikkat çekmek gerekir. Aslında modern anlamdaki demokrasi, kapitalistlerin hiç istememesine rağmen gelişen bir durum. Bu gelişimi kendileri de görünce, halk hareketlerini nasıl isteklerimiz doğrultusunda kanalize ederizin cevabını aradılar ve demokrasi adını verdikleri bugünkü sistemi kurdular. Yani demokrasi, ileride kapitalizmin ne olduğu ile ilgili yazacağımız yazıda daha iyi anlaşılacağı üzere, kapitalizmin yaşaması için bulunmuş bir üst yapı formülüdür. Zincirlerini kırmak için kanlarını akıtanlara, tamam bakın istediğiniz oldu diyen bir sistemdir.
Yani demokrasi bize gösterilen ve anlatılan gibi bir yönetim şekli değil. Gerçekte olanla, olduğunu sandığımız şey arasında derin uçurumlar var. Örneğin bir demokraside derin devlet olmaz. Çünkü karar veren merci halk iradesi olmalıdır. Ama bugün Amerika'dan, Avrupa'ya kadar en gelişmiş ülkelerin bile bir derin devleti vardır. Bir demokraside MİT, CIA gibi gizli servisler olmaz. Çünkü demokraside hiçbir şey gizli saklı olamaz. Ama bütün ülkelerin gizli servisleri vardır.
Sırf bu iki örnek bile bizi nasıl kandırdıklarını gösterir : Gelişmiş devletlerdeki derin devlet demek, aslında bizim tartıştığımız biçimden farklı olarak, ülkelerin 50 yıllık planlarını yapan, bilgileri analiz eden, değerlendiren sistemmiş. İstihbarat örgütü demek, ülkenin güvenliği için bilgi toplayan servis demekmiş. Sanki bu ikisi el ele verip en temel insan hakkı olan yaşama hakkına yıllardır tüm dünyada kastetmiyormuş gibi.
Sen insanları öldür, ülke ekonomilerini boz, sonra ben demokrasi ile yönetilen, insan haklarına saygılı bir ülkeyim de.
Zaten bu basit gerçekten çıkan bir tek sonuç var. Bahsedildiği anlamda gerçek bir demokrasinin kurulabilmesi için öncelikle gelişmiş ülkelerin bu sistemi gerçekten istemeleri gerekmektedir. Demokrasi ancak Birleşmiş Milletler gibi bütün ülkelerin ortak kararları ile ortak adımlarla kurulabilir. Çünkü artık dünya küreselleşmiştir. Bu da olmayacağına göre, demokrasi hiçbir zaman gelmeyecektir.
Siyasetin arka odalarında yapılan pazarlıkların, bütün önemli kurumları ele geçirmiş çok uluslu dev firmaların olduğu (örneğin ilaç ve gıda firmaları bir ürün çıkardıklarında FDA'deki kendi adamlarınca bu ürünlerini FDA'e kolaylıkla onaylatabilmektedirler), ekmek çalanın yıllarca cezalandırıldığı ama ülkeyi soyanın yanına kar kaldığı hukukun, asker olarak ölenlerin ekseriyetinin alt veya orta sınıfa ait olduğu bir sistemin, daha siyah ırka insan gözüyle bile bakmayı tam başaramamış ama dünyanın en özgürlükçü ünvanını taşıyan bir ülkeye sahip böyle bir dünyanın, demokrasi denilen şeyi geliştireceğine inanmak hayal ürünüdür.
Kendi ülkemiz açısından bakarsak, bugün Türkiye'de gördüğümüz bütün siyasal sorunların veya olumlu gelişmelerin hiçbir önemi yoktur. Darbe ile seçim arasında da bir fark yoktur. Darbeci ile demokrat arasında da çok fark yoktur. Tüm bu oyunlar, ilerleme veya gerilemeler, aynı çerçevenin içinde olan olaylardır.
Oysa bize çizilen bu çerçevenin değişmesi gerekmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)