Uzaylılar ve illuminati ? Ne alaka mı dediniz ?
Hemen izah edelim.
Önce illuminati kartlarından bahsedelim.
İlluminatiyi maşallah bilmeyen yok. Sokak röportajlarında cumhuriyetin ilan tarihini bilmeyenlerin bile illuminatiyi bildiklerini gördüğümde çok şaşırmıştım.
Biz, pek bilinmeyen bir şeyden, illuminati kartlarından bahsedeceğiz.
1985 yılında Steve Jakson adında bir kişi, "illuminati, yeni dünya düzeni" adında bir oyun çıkartır. Dünyayı yönetmek için bir komplo oyunudur bu. Bu oyunda bir takım resimli kartlar vardır. Kartların üzerinde de oyun kuralları yazar. Şöyle şöyle olduğunda bu kartı kullan gibi. 1995 yılında bu kartlara yenileri eklenir.
Neden bu kartlardan bahsettiğimizi aşağıdaki örnek karttan görebilirsiniz.
Evet bu kart, 2001 yılındaki ikiz kulelere saldırıları gösteriyor.
Gerçekten böyle bir şey olabilir mi ? İkiz kulelere saldırı olayı, yıllar öncesinden planlanmış olabilir mi ?
Kulağa çok fantastik geliyor ama illuminati kartlarında başka ilginç şeyler de var.
Bu kartları belki başka bir yazı konusu olarak bırakıp, uzaylılarla bu konunun ne ilgisi olduğuna bakalım.
Görüldüğü üzere bu kartlarda, uzaylı istilasından bahsediliyor. Empire state binasına saldıran, birilerini kaçıran ve devletlere maddi yardım veren uzaylı resimleri var.
Peki ne anlatıyor bu resimler ?
Gelecekte uzaylı saldırısı olacağını mı ?
Uzaylıların illuminati ile işbirliği içinde olduklarını mı ?
Yoksa uzaylıların da bir kurgu olduğunu mu ?
Evet, uzaylılar gerçekse, illuminatinin onlarla ne ilişkisi var ? Veya İlluminati uzaylıların dünyayı istila edeceğini nerden biliyor ?
Yok uzaylılar gerçek değilse, böyle bir kurgu tüm dünyayı inandıracak şekilde nasıl yapılabilir ? Dünyada ufo teknolojisi mi var ? Hadi diyelim var. Uzaylı diye ortada dolanacak bir sürü canlı olacak. Bunlardan bazıları insanlar tarafından yakalanabilir. Onların uzaylı olmadığı anlaşılmayacak mı ?
Tabi bütün bunlara, elde delil yok, üç beş karta bakıp, ki bu kartların da gerçek olup olmadıkları meçhul, hayal görüyorsunuz da denilebilir.
Devam edeceğiz...
24 Kasım 2015 Salı
10 Kasım 2015 Salı
RAHAT, HAZIR OL, ATA'YI AN
10 Kasım'ların vazgeçilmez görüntüsü, bilindiği gibi trafikte, işyerinde, evde, heryerde hazır ola geçip 1 dk saygı duruşunda bulunmaktır. Dünyada benzer başka örnekleri var mıdır bilmiyorum ama oldukça ilginç bir anma şeklimiz olduğu açık.
Saygı duruşunun nerden geldiğini pek bilmiyorum ama öyle görülüyor ki Müslüman veya Türk geleneği değildir. Muhtemelen batıdan alınmış bir uygulamadır. Ama köklerinde askerlik olan bir millet için benimsenmesi oldukça kolay olmuştur herhalde.
Millet olarak her konuda biraz şekilciyiz, taklitçiyiz. Araştırmayı, anlamaya çalışmayı sevmeyiz. Hazır reçete isteriz (teknoloji uretemez olup da onu bu kadar cok kullanan bir millet olusumuz da buradan geliyor). Asker millet olmamızın da bunda etkisi vardır. Emir almayı severiz. Güç elimize geçtiğinde emir vermeyi de severiz. Bir buyuge itaat etmeyi severiz. Bu da bizi sorgulayici bir insan yerine itaat eden ve sekillere, simgelere, adetlere cok takilan insanlara donusturur.
Saygı duruşu, genelde siyasal durumlarda yapılan bir eylemdir. Ölmüş bir yakınınızın mezarını veya dini bir büyüğün türbesini ziyaret ettiğinizde saygı duruşunda durmazsınız. Ama çanakkale şehitleri için, Atatürk, Che guevera gibi liderler için, ülkesi için şehit olmuş birisi için saygı duruşunda durursunuz. Çünkü saygı duruşu, ben o kişinin (siyasal) yolundan gidiyorum demenin hızlı bir yoludur. Ama tamamen şekilseldir. Hiçbir öz ve anlam içermez.
Şekilciliği dini değerlerimizde de görürüz. Domuz etini yemek nerdeyse en büyük günahlardan biri haline gelmiştir. Herkes çok hassastır bu konuda. Ama kul hakkı yemekte sorun yoktur.
Namaz kılmak çok önemlidir ama namazda okuduğumuz ayetlerin anlamlarını bile bilmeyiz. Çünkü uydum imama deyip, topu ona atarız ve vicdanen hiçbir rahatsızlık da duymayız.
Din konusundaki taassublarımızın aynısı "çağdaşlık" konularında da var. Atatürkçü okumuş insanlarımız her 10 Kasımda hazır ola geçerek, Ata'nın yolunda yürüdüklerini düşünüp rahatlamaktadırlar. Atatürkçülükten anladıkları 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim'de gerici dediklerine laf sokup, eve bayrak asmaktır. Ve tabi ki 10 Kasımda 1 dk saygı duruşunda bulunmayan, iyi bir Atatürkçü ve çağdaş değildir. Kendini "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diyerek tanımlayanlardan da herhalde hazır ola geçmek dışında bir şey beklemek tuhaf olurdu.
Bunlara şaşırmıyoruz. Çünkü hepimiz bu toprağın insanlarıyız. İlerici denilenlerle gerici denilenlerin, demokrat denilenlerle diktatör denilenlerin hamuru aynıdır. Mesele, birisinin elinde imkan varken, diğerinde olmamasıdır. Demokrat geçinenin eline güç geçti mi, içindeki o hamur devreye girip onu bir anda diktatöre çevirebilmektedir.
Okumuş olmak maalesef pek bir şey değiştirmiyor. Bu halkın %60'ı aptal/cahil der ama Atatürk'ün okuma yazma dahi bilmeyen, saltanata ve din adamlarina gonulden bagli o aynı halka güvenerek ülkeyi kurtardığını görmek istemez. Atatürkle Erdoğan'ı okudukları kitap sayıları ile kıyaslayıp Atatürk'ün ne kadar çok kitap okuduğunu anlatır ama kendi okuduğu kitap sayısı Erdoğan'ın okuduklarını geçmez.
Atatürk tam bir eylem adamı iken, bu haldeki gunumuz "çağdaşının" kendini Atatürkçü görmesi ile, İslam'ı anlamamış bir "gericinin" kendini Müslüman görmesi arasında bir fark var mı sizce ?
Biri 10 Kasım'da "dikilerek" çağdaş olduğunu sanır, diğeri "eğilerek" Müslüman olduğunu sanır.
İkisi de inandıkları siyasi ve dini ideolojinin özünü anlamamıştır. İkisi de birilerinin kendileri yerine bir şeyler yapmasını bekler. Çağdaş olanın kurtarıcıya, gerici olanın hocaya ihtiyacı vardır.
İşte bu nedenle, bu topraklarda ilerici ile gerici kardeştir. Aralarında fark yoktur. Tek yapılan vicdanı rahatlatacak bir eylem bulmaktır.
O halde fazla düşünmeyip hazır ola geçelim ve buyuk ustaya saygimizi sunalim.
Saygı duruşunun nerden geldiğini pek bilmiyorum ama öyle görülüyor ki Müslüman veya Türk geleneği değildir. Muhtemelen batıdan alınmış bir uygulamadır. Ama köklerinde askerlik olan bir millet için benimsenmesi oldukça kolay olmuştur herhalde.
Millet olarak her konuda biraz şekilciyiz, taklitçiyiz. Araştırmayı, anlamaya çalışmayı sevmeyiz. Hazır reçete isteriz (teknoloji uretemez olup da onu bu kadar cok kullanan bir millet olusumuz da buradan geliyor). Asker millet olmamızın da bunda etkisi vardır. Emir almayı severiz. Güç elimize geçtiğinde emir vermeyi de severiz. Bir buyuge itaat etmeyi severiz. Bu da bizi sorgulayici bir insan yerine itaat eden ve sekillere, simgelere, adetlere cok takilan insanlara donusturur.
Saygı duruşu, genelde siyasal durumlarda yapılan bir eylemdir. Ölmüş bir yakınınızın mezarını veya dini bir büyüğün türbesini ziyaret ettiğinizde saygı duruşunda durmazsınız. Ama çanakkale şehitleri için, Atatürk, Che guevera gibi liderler için, ülkesi için şehit olmuş birisi için saygı duruşunda durursunuz. Çünkü saygı duruşu, ben o kişinin (siyasal) yolundan gidiyorum demenin hızlı bir yoludur. Ama tamamen şekilseldir. Hiçbir öz ve anlam içermez.
Şekilciliği dini değerlerimizde de görürüz. Domuz etini yemek nerdeyse en büyük günahlardan biri haline gelmiştir. Herkes çok hassastır bu konuda. Ama kul hakkı yemekte sorun yoktur.
Namaz kılmak çok önemlidir ama namazda okuduğumuz ayetlerin anlamlarını bile bilmeyiz. Çünkü uydum imama deyip, topu ona atarız ve vicdanen hiçbir rahatsızlık da duymayız.
Din konusundaki taassublarımızın aynısı "çağdaşlık" konularında da var. Atatürkçü okumuş insanlarımız her 10 Kasımda hazır ola geçerek, Ata'nın yolunda yürüdüklerini düşünüp rahatlamaktadırlar. Atatürkçülükten anladıkları 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim'de gerici dediklerine laf sokup, eve bayrak asmaktır. Ve tabi ki 10 Kasımda 1 dk saygı duruşunda bulunmayan, iyi bir Atatürkçü ve çağdaş değildir. Kendini "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diyerek tanımlayanlardan da herhalde hazır ola geçmek dışında bir şey beklemek tuhaf olurdu.
Bunlara şaşırmıyoruz. Çünkü hepimiz bu toprağın insanlarıyız. İlerici denilenlerle gerici denilenlerin, demokrat denilenlerle diktatör denilenlerin hamuru aynıdır. Mesele, birisinin elinde imkan varken, diğerinde olmamasıdır. Demokrat geçinenin eline güç geçti mi, içindeki o hamur devreye girip onu bir anda diktatöre çevirebilmektedir.
Okumuş olmak maalesef pek bir şey değiştirmiyor. Bu halkın %60'ı aptal/cahil der ama Atatürk'ün okuma yazma dahi bilmeyen, saltanata ve din adamlarina gonulden bagli o aynı halka güvenerek ülkeyi kurtardığını görmek istemez. Atatürkle Erdoğan'ı okudukları kitap sayıları ile kıyaslayıp Atatürk'ün ne kadar çok kitap okuduğunu anlatır ama kendi okuduğu kitap sayısı Erdoğan'ın okuduklarını geçmez.
Atatürk tam bir eylem adamı iken, bu haldeki gunumuz "çağdaşının" kendini Atatürkçü görmesi ile, İslam'ı anlamamış bir "gericinin" kendini Müslüman görmesi arasında bir fark var mı sizce ?
Biri 10 Kasım'da "dikilerek" çağdaş olduğunu sanır, diğeri "eğilerek" Müslüman olduğunu sanır.
İkisi de inandıkları siyasi ve dini ideolojinin özünü anlamamıştır. İkisi de birilerinin kendileri yerine bir şeyler yapmasını bekler. Çağdaş olanın kurtarıcıya, gerici olanın hocaya ihtiyacı vardır.
İşte bu nedenle, bu topraklarda ilerici ile gerici kardeştir. Aralarında fark yoktur. Tek yapılan vicdanı rahatlatacak bir eylem bulmaktır.
O halde fazla düşünmeyip hazır ola geçelim ve buyuk ustaya saygimizi sunalim.
11 Eylül 2015 Cuma
UZAYLILAR GERÇEK Mİ - 1 : ROSWELL
Tüm dünyada uzaylı denilince belli bir yüz çizilir. Beyaz tenli kocaman bir kafa üzerine, büyük simsiyah iki göz, incecik bir ağız ve küçük bir burun.
Bu şeklin nereden geldiğini biliyor musunuz ?
Bilmeyenler için bu yazımızda Roswell olayından bahsedeceğiz.
1947 senesinde Amerikanın Roswell şehrine bir uzay gemisi düşer. Kaza yapan bu geminin içerisinde insana benzemeyen canlılar vardır. Kazada ufonun içindeki canlıların hepsi ölmemiş, canlı olarak ele geçirilenler de olmuştur (Zülkarneyn -3 : Dropa Diskler yazımızda bahsettiğimiz Dropa Disklerde anlatılan olaya benzemiyor mu).
Tabi ki Amerikan hükümeti ufoyu ve içindekileri hemen ortadan kaldırır ve olayı örtbas edip yalanlar.
İşte bu gemiden çıktığı söylenen canlının resmi, uzaylı denince çizilen resimlerin kaynağıdır.
Olay sadece fotoğrafla kalsa iyi, ölen canlıya otopsi yapılmış ve videoya da kaydedilmiştir.
videoyu seyretmek isteyenler aşağıdaki adresten seyredebilirler.
http://www.youtube.com/watch?v=sVcaT2QnoDs
Bu bağlantıdan açamayanlar youtube'da Roswell autopsy veya Alien autopsy yazarlarsa da videolara ulaşabilirler.
Amerika'nın gizli teknolojileri üzerine yazılan ve komplo teorisi denilip geçiştirilmeye çalışılan iddialar belki de Roswell olayı ile başlar. Ufo'nun incelenmesi ile elde edilen bilgilerle Amerika'nın bilim ve teknolojide bir sıçrama yaşadığı ve bu çalışmaları gizli yürüterek meşhur 51'ci bölgeyi kurduğu, o bölgede daha sonraki yıllarda görülen ufo fotoğraflarına bakılarak, Amerika'nın aslında ufo yapabildiği vb şeklinde pek çok iddia ortaya atılmıştır.
Bu görüntülere bakıp da bunlar uzaylı demek en basit ve en makul açıklamadır. Keza dünyanın her yerinde geçmiş yıllardan kalma, bugün dahi yapamayacağımız gelişmişlikte yapılar bulunmakta ve antik yazılar sürekli tanrılardan veya ışıklı cisimlerle gökyüzünde dolananlardan bahsetmektedir.
Bu kadar belge ve yazı varken uzaylıların var olduğunu söylemek ne kadar makulse, bütün bu kanıtları görmezden gelip, olmaz öyle şey demek o kadar mantıksızdır.
Ama göz ardı edilmemesi gereken bir iddia daha var.
Ve tabi ki bu iddia da yine Bay X'den gelecek. Bay X, bizlere Roswell olayını öyle bir yorumlayacak ki, tüm bakış açımızı değiştirecek. Ufodan çıkan canlıların neden dişi olduğunu, fiziksel görünüşlerini ve otopside ortaya çıkan gariplikleri, ne için dünyaya geldiklerini anlatacak.
Bu şeklin nereden geldiğini biliyor musunuz ?
Bilmeyenler için bu yazımızda Roswell olayından bahsedeceğiz.
1947 senesinde Amerikanın Roswell şehrine bir uzay gemisi düşer. Kaza yapan bu geminin içerisinde insana benzemeyen canlılar vardır. Kazada ufonun içindeki canlıların hepsi ölmemiş, canlı olarak ele geçirilenler de olmuştur (Zülkarneyn -3 : Dropa Diskler yazımızda bahsettiğimiz Dropa Disklerde anlatılan olaya benzemiyor mu).
Tabi ki Amerikan hükümeti ufoyu ve içindekileri hemen ortadan kaldırır ve olayı örtbas edip yalanlar.
İşte bu gemiden çıktığı söylenen canlının resmi, uzaylı denince çizilen resimlerin kaynağıdır.
Olay sadece fotoğrafla kalsa iyi, ölen canlıya otopsi yapılmış ve videoya da kaydedilmiştir.
videoyu seyretmek isteyenler aşağıdaki adresten seyredebilirler.
http://www.youtube.com/watch?v=sVcaT2QnoDs
Bu bağlantıdan açamayanlar youtube'da Roswell autopsy veya Alien autopsy yazarlarsa da videolara ulaşabilirler.
Amerika'nın gizli teknolojileri üzerine yazılan ve komplo teorisi denilip geçiştirilmeye çalışılan iddialar belki de Roswell olayı ile başlar. Ufo'nun incelenmesi ile elde edilen bilgilerle Amerika'nın bilim ve teknolojide bir sıçrama yaşadığı ve bu çalışmaları gizli yürüterek meşhur 51'ci bölgeyi kurduğu, o bölgede daha sonraki yıllarda görülen ufo fotoğraflarına bakılarak, Amerika'nın aslında ufo yapabildiği vb şeklinde pek çok iddia ortaya atılmıştır.
Bu görüntülere bakıp da bunlar uzaylı demek en basit ve en makul açıklamadır. Keza dünyanın her yerinde geçmiş yıllardan kalma, bugün dahi yapamayacağımız gelişmişlikte yapılar bulunmakta ve antik yazılar sürekli tanrılardan veya ışıklı cisimlerle gökyüzünde dolananlardan bahsetmektedir.
Bu kadar belge ve yazı varken uzaylıların var olduğunu söylemek ne kadar makulse, bütün bu kanıtları görmezden gelip, olmaz öyle şey demek o kadar mantıksızdır.
Ama göz ardı edilmemesi gereken bir iddia daha var.
Ve tabi ki bu iddia da yine Bay X'den gelecek. Bay X, bizlere Roswell olayını öyle bir yorumlayacak ki, tüm bakış açımızı değiştirecek. Ufodan çıkan canlıların neden dişi olduğunu, fiziksel görünüşlerini ve otopside ortaya çıkan gariplikleri, ne için dünyaya geldiklerini anlatacak.
10 Eylül 2015 Perşembe
KÜRT SORUNU - 3 : DIŞ GÜÇLER
Kürt sorununun bu kadar büyümesindeki önemli etkenlerden biri de tabi ki dış güçlerdir. Marshall yardımının uygulanmaya başladığı 1948 yılından beri Türkiye artık hiçbir şeye tek başına karar veremez olmuştur. İşin daha da kötüsü iktidara gelenler artık Türkiye'nin çıkarını değil, başka ülkelerin çıkarlarını düşünür olmuşlardır.
Atatürk dönemi tam bağımsız bir ülkeden, nasıl oldu da adeta sömürge ülkesi haline geldiğimiz ayrı bir yazı konusu olacak kadar ilginç bir konudur. Dış güçlerin, yöneticileri nasıl ellerinde tuttukları, onları nasıl yetiştirdikleri, devlet kademelerine nasıl sızdıkları, Türk yöneticilerin bunlara neden ve nasıl izin verdikleri, üzerinde konuşulması gereken bir konudur.
Örneğin, çoğu kimse bilmez, Türk eğitim sistemini şekillendirenler Amerikalılardır. Taa İsmet İnönü zamanında danışman adı altında gelen Amerikalılar, nasıl aptal bir nesil yetiştirilirin çalışmalarını yapmışlardır. Ve bugün, ektikleri tohumların meyvelerini toplamaktadırlar.
Kürt sorunu da bu dış güçlerden bağımsız değildir. Bir yandan devlet ve iktidar kademesindeki adamlarına Kürtlere baskı yaptırırken, diğer yandan Kürtler arasındaki adamlarına da isyan propagandası yaptırmışlardır. PKK'nın kurulması, eğitilmesi, beslenmesi ve korunması işini de üzerlerine almışlardır. PKK'nın silahlarının nereden geldiğini herkes aslında bilmektedir. Nedense, orta doğuda bizden habersiz yaprak kımıldamaz diyen güçlü devletimiz bu konuda pek bir şey yapamamaktadır !
PKK'nın kurulmasında dış güçlerle beraber derin devletimiz de rol sahibi olmuştur. Ama en azından o dönemlerde yürekli gazeticiler vardı. Canı pahasına (ki o dönemlerde öldürülmek çok daha kolaydı) olayları araştıran ve gerçekleri yazabilen gazeteciler vardı. Uğur Mumcu gibi gazeteciler devlet-Pkk ilişkisini araştırırken öldürülmüştü mesela. Maalesef günümüzde bu tarz gazetecilik ölmek üzeredir. Veya varsa da biz o gazetecilerin yazdıklarına ulaşamıyoruz, haberimiz olmadığından.
Amerika gibi ülkeler uzun vadeli planlar yaparlar. Sabırlıdırlar. Acele etmezler. Başarısız olmaya başladıklarında hemen başvuracakları bir B veya C planları vardır mutlaka. Bu büyük planın bir parçası da Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesi idi. Güneydoğu en hafifinden özerk bölge olacak ya da Türkiye'den kopacaktır. Ortadoğuda bir Kürt bölgesi yaratılacaktır. Bunun yolu da siyasetten geçmektedir. Bu nedenle PKK geriye çektirilmiş ve APO bir siyasal lider haline dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Büyük Ortadoğu projesi (BOP), dün yaratılmış bir proje değildir. Adım adım işlenmektedir.
İşin asıl ilginç tarafı ise Recep Tayyip Erdoğan, bu BOP'un eş başkanı olmakla övünmektedir.
AKP bu büyük projeyi uygulayacaktır. Eğer uygulayamazsa, koltuğundan olacaktır. Bakmayın siz dün barışık, bugün kavgalı olmasına. Büyük güçler bu tarz gel-gitlere ses çıkarmazlar. Yeter ki yoldan sapılmasın. Amerika, Erdoğan'dan desteğini henüz çekmemiştir.
Peki adım adım özerkliğe doğru gidiyorsak, HDP'nin bundaki rolü nedir ? HDP barış mı istiyor yoksa özerklik mi? PKK bitecek mi yoksa bu Kürt özerk bölgesinin veya belki de devletinin askeri gücü mü olacak ? Devletimiz çözüm süreci ile çözülmeyi mi başlattı yoksa gerçekten bütünleşmeyi mi ? Bu oyunlar nasıl durdurulabilir ?
Sonraki yazılarımızda bu soruların cevaplarını arayacağız.
Atatürk dönemi tam bağımsız bir ülkeden, nasıl oldu da adeta sömürge ülkesi haline geldiğimiz ayrı bir yazı konusu olacak kadar ilginç bir konudur. Dış güçlerin, yöneticileri nasıl ellerinde tuttukları, onları nasıl yetiştirdikleri, devlet kademelerine nasıl sızdıkları, Türk yöneticilerin bunlara neden ve nasıl izin verdikleri, üzerinde konuşulması gereken bir konudur.
Örneğin, çoğu kimse bilmez, Türk eğitim sistemini şekillendirenler Amerikalılardır. Taa İsmet İnönü zamanında danışman adı altında gelen Amerikalılar, nasıl aptal bir nesil yetiştirilirin çalışmalarını yapmışlardır. Ve bugün, ektikleri tohumların meyvelerini toplamaktadırlar.
Kürt sorunu da bu dış güçlerden bağımsız değildir. Bir yandan devlet ve iktidar kademesindeki adamlarına Kürtlere baskı yaptırırken, diğer yandan Kürtler arasındaki adamlarına da isyan propagandası yaptırmışlardır. PKK'nın kurulması, eğitilmesi, beslenmesi ve korunması işini de üzerlerine almışlardır. PKK'nın silahlarının nereden geldiğini herkes aslında bilmektedir. Nedense, orta doğuda bizden habersiz yaprak kımıldamaz diyen güçlü devletimiz bu konuda pek bir şey yapamamaktadır !
PKK'nın kurulmasında dış güçlerle beraber derin devletimiz de rol sahibi olmuştur. Ama en azından o dönemlerde yürekli gazeticiler vardı. Canı pahasına (ki o dönemlerde öldürülmek çok daha kolaydı) olayları araştıran ve gerçekleri yazabilen gazeteciler vardı. Uğur Mumcu gibi gazeteciler devlet-Pkk ilişkisini araştırırken öldürülmüştü mesela. Maalesef günümüzde bu tarz gazetecilik ölmek üzeredir. Veya varsa da biz o gazetecilerin yazdıklarına ulaşamıyoruz, haberimiz olmadığından.
Amerika gibi ülkeler uzun vadeli planlar yaparlar. Sabırlıdırlar. Acele etmezler. Başarısız olmaya başladıklarında hemen başvuracakları bir B veya C planları vardır mutlaka. Bu büyük planın bir parçası da Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesi idi. Güneydoğu en hafifinden özerk bölge olacak ya da Türkiye'den kopacaktır. Ortadoğuda bir Kürt bölgesi yaratılacaktır. Bunun yolu da siyasetten geçmektedir. Bu nedenle PKK geriye çektirilmiş ve APO bir siyasal lider haline dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Büyük Ortadoğu projesi (BOP), dün yaratılmış bir proje değildir. Adım adım işlenmektedir.
İşin asıl ilginç tarafı ise Recep Tayyip Erdoğan, bu BOP'un eş başkanı olmakla övünmektedir.
AKP bu büyük projeyi uygulayacaktır. Eğer uygulayamazsa, koltuğundan olacaktır. Bakmayın siz dün barışık, bugün kavgalı olmasına. Büyük güçler bu tarz gel-gitlere ses çıkarmazlar. Yeter ki yoldan sapılmasın. Amerika, Erdoğan'dan desteğini henüz çekmemiştir.
Peki adım adım özerkliğe doğru gidiyorsak, HDP'nin bundaki rolü nedir ? HDP barış mı istiyor yoksa özerklik mi? PKK bitecek mi yoksa bu Kürt özerk bölgesinin veya belki de devletinin askeri gücü mü olacak ? Devletimiz çözüm süreci ile çözülmeyi mi başlattı yoksa gerçekten bütünleşmeyi mi ? Bu oyunlar nasıl durdurulabilir ?
Sonraki yazılarımızda bu soruların cevaplarını arayacağız.
2 Ağustos 2015 Pazar
KÜRT SORUNU - 2 (TÜRKLER)
Kürt sorunu ile ilgili ilk yazımızda, Kürtler'e vurmuş; onların da aslında hep şikayet ettikleri Türklerden çok da farklı olmadıklarını belirtmiştik.
Bu yazımızda da Türklere dokunacağız.
Kürt sorunu hakkında Türklerin en büyük yanılgısı, kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri olarak görmeleridir. Vatanı onlar kurtarmış, ülkeyi onlar kurmuş, 10 yılda 15 milyon genci onlar yaratmıştır. Hal böyle olunca da Türk dışındaki bütün ırklar bir nevi misafirdir. Türklerin lütfu ile bu topraklarda yaşayan ve bunun için Türklere minnettar olması gereken gruplardır.
Bu çarpık ve hastalıklı düşünceyi her söylemde görebilirsiniz. Kürtlere nankör, hain gibi sıfatlar kullananlar bunu kastediyor aslında. Onlara ekmek verdik, rahatça yaşamalarını sağladık, hizmet götürdük ama döndüler bizi sırtımızdan vurdular !
Bu yazımızda tarihi bilgiler verip bu çarpık düşüncenin yanlışlığını göstermeye çalışmıcaz. Göstermeye çalıştığımız husus, daha en başında, pek çok Türkün hastalıklı bir düşünceye sahip olduğudur. Kendini başka bir ırktan üstün görme hastalığıdır bu. Batı karşısında yüzyıllarca ezilen Türk, çareyi kendinden güçsüzleri aşağılamakta bulmuştur.
İlk yazımızla birleştirerek söylersek :
Herkes, gücünün yettiğine vurmaktadır.
Bu yanlış bakış açısı nedeniyle Türkler, doğuda ne olup bittiğini doğru anlayamamakta, empati kuramamaktadır. Bunda medyanın da büyük bir payı vardır. Çözüm sürecinden önce medya baskı rejimini allayıp pullayarak halkın düşüncesini belirlemişti. Aynı medya, çözüm sürecinin faydalarını pompalamaya başlayınca toplumda ciddi bir değişme olmuştu. Şimdi ise medya, terör bahanesi ile yine vuralım, kıralım demekte. Toplumun, medyanın peşinde bu kadar kolay yön değiştirmesi, incelenmesi gereken ilginç bir olgudur.
Bu toprakların en büyük hastalıklarından biri zaten tembelliktir. Her alanda karşımıza çıkan bu oldu, düşünce hayatımız için de geçerli. Türk, doğuda ne olup bittiğini araştırma zahmetine girmemektedir. Medyanın önüne koydukları işine de geldiğinden (ideolojisini desteklediğinden) ona sorgusuz inanmayı seçmektedir. Derin devletin neler yaptığı yıllar önce Susurluk ile ortaya çıkmasına rağmen, hala devletin masum olduğuna inanmaktadır.
Türklerin, Kürtleri anlaması için çok şey yapmalarına gerek yok aslında. Sadece oturdukları yerden hayal etmeleri yeterlidir.
Hadi gelin bir hayal kuralım.
Diyelim ki devleti kuran kadro, Kürt kökenli idi ve devletin temellerini de bu yönde attılar. Devlet dili Kürtçe yapıldı ve bu topraklarda yaşayanlara da Kürt denilir şeklinde anayasa hükmü konuldu. Ne mutlu Kürdüm diye taşa toprağa yazıldı. Hayal bu ya.
Devlet Türkçe konuşmayı, şarkı söylemeyi, kitap basmayı yasakladı. Tek tip devlet yaratmak istedi. Size Kürtçe öğrenmeniz ve konuşmanız için baskı yaptı. Tarihçileri kullanarak aslına Türk diye bir kavmin olmadığını, Türklerin Kürtlerden geldiğini propagandasını yaydı. İtiraz edenler bir anda kendilerini hapiste ve işkencede buldu. Bu baskı ve işkenceler özellikle genç Türklerde tepki yarattı. Öyle ya, Türk boyun eğmez. Ama o da ne. Devlet demirden yumruğunu kafanıza geçirmeye başladı. Bir anda yaşadığınız yerlerde derin devlet adamlarını görmeye başladınız. Örneğin Yeşil kod adlı bir adam gelip anne-babanıza gözlerinizin önünde işkence yaptı. Çırılçıplak soyup kışın karın içine soktu. Size ve ailenize dışkı yedirdi. Karşı gelenleri karakola götürüp günlerce işkence yaptı.
Bu böyle olmaz dedi Türk gençleri. Okuyup bir yerlere gelelim, devleti yönetiminde söz sahibi olalım, bu haksızlıkları durduralım dediler. Ama devlet durur mu. Dersten çıkıp çay bahçesinde otururken polis geldi ve kimlik sordu. Baktı ki doğum yeriniz Türklerin çok yaşadığı bir yer. Tipiniz de Türk. Hiçbir neden belirtmeden sizi karakola götürüp dövdüler. Aileniz geldi. Anneniz Türkçeden başka dil bilmiyor. Türkçe konuşmanıza bile izin vermediler görüş gününde.
Yetmedi. İşkencelerde abileriniz, teyze çocuklarınız ölmeye başladı. Akrabalarınız kaybolmaya başladı. Faili meçhul mezarlıklar Türklerle dolmaya başladı. Evleriniz yakıldı. Göçe zorlandınız. Ve işin kötüsü derdinizi kimseye anlatamadınız. Hiçbir mahkeme dinlemedi sizi. Hiçbir medya kanalında yer bulamadınız. Sesinizi duyuramadınız. Üstelik bir de Kürtler sizi nankör ilan etti. Ne oluyor da durduk yerde huzursuzluk çıkarıyorsunuz diye size tepki göstermeye başladı. Devlet bana işkence ediyor dediğinizde Kürt toplumu buna inanmadı, devlet öyle şey yapmaz, yapmışsa da aranızdaki azanlara yapmıştır dedi. Önce siz başlattınız dedi. Rahat dursaydınız bunlar olmazdı dedi.
Ey Türk ! Söylesene ne yapardın ? Titreyip kendine mi gelirdin ? Ne yapardın ?
Doğu Türkistanda Çinlilerin Türklere yaptıkları söylenenlere bakıp ayaklanıyorsun ya. Gidelim Çin'e hadlerini bildirelim diyorsun ya. Kendi topraklarında yapılanlardan haberin var mı ? Veya haberin var da Türke yapılanlar dışında bir şeyle ilgilenmiyor musun ? Türkün yaptığını görmezden mi geliyorsun ?
Öyle ya, neticede Türkün kanı kutsal, yanlış yapmaz !
Söyle Türk ! Yukarıda yazdıklarım (ki hepsi gerçektir) sana yapılsaydı, ne yapardın ?
Bu yazımızda da Türklere dokunacağız.
Kürt sorunu hakkında Türklerin en büyük yanılgısı, kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri olarak görmeleridir. Vatanı onlar kurtarmış, ülkeyi onlar kurmuş, 10 yılda 15 milyon genci onlar yaratmıştır. Hal böyle olunca da Türk dışındaki bütün ırklar bir nevi misafirdir. Türklerin lütfu ile bu topraklarda yaşayan ve bunun için Türklere minnettar olması gereken gruplardır.
Bu çarpık ve hastalıklı düşünceyi her söylemde görebilirsiniz. Kürtlere nankör, hain gibi sıfatlar kullananlar bunu kastediyor aslında. Onlara ekmek verdik, rahatça yaşamalarını sağladık, hizmet götürdük ama döndüler bizi sırtımızdan vurdular !
Bu yazımızda tarihi bilgiler verip bu çarpık düşüncenin yanlışlığını göstermeye çalışmıcaz. Göstermeye çalıştığımız husus, daha en başında, pek çok Türkün hastalıklı bir düşünceye sahip olduğudur. Kendini başka bir ırktan üstün görme hastalığıdır bu. Batı karşısında yüzyıllarca ezilen Türk, çareyi kendinden güçsüzleri aşağılamakta bulmuştur.
İlk yazımızla birleştirerek söylersek :
Herkes, gücünün yettiğine vurmaktadır.
Bu yanlış bakış açısı nedeniyle Türkler, doğuda ne olup bittiğini doğru anlayamamakta, empati kuramamaktadır. Bunda medyanın da büyük bir payı vardır. Çözüm sürecinden önce medya baskı rejimini allayıp pullayarak halkın düşüncesini belirlemişti. Aynı medya, çözüm sürecinin faydalarını pompalamaya başlayınca toplumda ciddi bir değişme olmuştu. Şimdi ise medya, terör bahanesi ile yine vuralım, kıralım demekte. Toplumun, medyanın peşinde bu kadar kolay yön değiştirmesi, incelenmesi gereken ilginç bir olgudur.
Bu toprakların en büyük hastalıklarından biri zaten tembelliktir. Her alanda karşımıza çıkan bu oldu, düşünce hayatımız için de geçerli. Türk, doğuda ne olup bittiğini araştırma zahmetine girmemektedir. Medyanın önüne koydukları işine de geldiğinden (ideolojisini desteklediğinden) ona sorgusuz inanmayı seçmektedir. Derin devletin neler yaptığı yıllar önce Susurluk ile ortaya çıkmasına rağmen, hala devletin masum olduğuna inanmaktadır.
Türklerin, Kürtleri anlaması için çok şey yapmalarına gerek yok aslında. Sadece oturdukları yerden hayal etmeleri yeterlidir.
Hadi gelin bir hayal kuralım.
Diyelim ki devleti kuran kadro, Kürt kökenli idi ve devletin temellerini de bu yönde attılar. Devlet dili Kürtçe yapıldı ve bu topraklarda yaşayanlara da Kürt denilir şeklinde anayasa hükmü konuldu. Ne mutlu Kürdüm diye taşa toprağa yazıldı. Hayal bu ya.
Devlet Türkçe konuşmayı, şarkı söylemeyi, kitap basmayı yasakladı. Tek tip devlet yaratmak istedi. Size Kürtçe öğrenmeniz ve konuşmanız için baskı yaptı. Tarihçileri kullanarak aslına Türk diye bir kavmin olmadığını, Türklerin Kürtlerden geldiğini propagandasını yaydı. İtiraz edenler bir anda kendilerini hapiste ve işkencede buldu. Bu baskı ve işkenceler özellikle genç Türklerde tepki yarattı. Öyle ya, Türk boyun eğmez. Ama o da ne. Devlet demirden yumruğunu kafanıza geçirmeye başladı. Bir anda yaşadığınız yerlerde derin devlet adamlarını görmeye başladınız. Örneğin Yeşil kod adlı bir adam gelip anne-babanıza gözlerinizin önünde işkence yaptı. Çırılçıplak soyup kışın karın içine soktu. Size ve ailenize dışkı yedirdi. Karşı gelenleri karakola götürüp günlerce işkence yaptı.
Bu böyle olmaz dedi Türk gençleri. Okuyup bir yerlere gelelim, devleti yönetiminde söz sahibi olalım, bu haksızlıkları durduralım dediler. Ama devlet durur mu. Dersten çıkıp çay bahçesinde otururken polis geldi ve kimlik sordu. Baktı ki doğum yeriniz Türklerin çok yaşadığı bir yer. Tipiniz de Türk. Hiçbir neden belirtmeden sizi karakola götürüp dövdüler. Aileniz geldi. Anneniz Türkçeden başka dil bilmiyor. Türkçe konuşmanıza bile izin vermediler görüş gününde.
Yetmedi. İşkencelerde abileriniz, teyze çocuklarınız ölmeye başladı. Akrabalarınız kaybolmaya başladı. Faili meçhul mezarlıklar Türklerle dolmaya başladı. Evleriniz yakıldı. Göçe zorlandınız. Ve işin kötüsü derdinizi kimseye anlatamadınız. Hiçbir mahkeme dinlemedi sizi. Hiçbir medya kanalında yer bulamadınız. Sesinizi duyuramadınız. Üstelik bir de Kürtler sizi nankör ilan etti. Ne oluyor da durduk yerde huzursuzluk çıkarıyorsunuz diye size tepki göstermeye başladı. Devlet bana işkence ediyor dediğinizde Kürt toplumu buna inanmadı, devlet öyle şey yapmaz, yapmışsa da aranızdaki azanlara yapmıştır dedi. Önce siz başlattınız dedi. Rahat dursaydınız bunlar olmazdı dedi.
Ey Türk ! Söylesene ne yapardın ? Titreyip kendine mi gelirdin ? Ne yapardın ?
Doğu Türkistanda Çinlilerin Türklere yaptıkları söylenenlere bakıp ayaklanıyorsun ya. Gidelim Çin'e hadlerini bildirelim diyorsun ya. Kendi topraklarında yapılanlardan haberin var mı ? Veya haberin var da Türke yapılanlar dışında bir şeyle ilgilenmiyor musun ? Türkün yaptığını görmezden mi geliyorsun ?
Öyle ya, neticede Türkün kanı kutsal, yanlış yapmaz !
Söyle Türk ! Yukarıda yazdıklarım (ki hepsi gerçektir) sana yapılsaydı, ne yapardın ?
1 Haziran 2015 Pazartesi
HDP'YE OY VERMEK YADA VERMEMEK
7 Haziran seçimlerine giderken en çok konuşulan parti HDP oldu. Bir taraf HDP'nin barajı geçmesi için onu allayıp pullayıp, Selahattin Demirtaş üzerinden şirin göstermeye çalışırken, diğer taraf PKK'nın öldürdüğü sivillere atıf yapıp HDP'nin PKK ile organik bağına gönderme yaparak onu reddediyor.
Peki Türkiye'nin geleceği açısından hangisi daha olumlu ?
Eğer demokrasi diyorsak, tüm partiler mecliste temsil edilmeli diyorsak, HDP'yi bundan ayıramayız. O da siyasette yer edinmeye çalışan bir partidir ve bu anlamda bir partinin faaliyetlerini ama barajla ama siyaset dışı yollarla engellemeye çalışmak demokratik değildir.
HDP'nin meclis dışında kalması demek, Kürtlerin seslerini duyuramamaları demektir. Kendini ifade edemeyen, dinletemeyen bir çocuk bile dikkat çekmek için bağırıp çağırmaya, ağlamaya, eşyaları kırmaya başlamıyor mu ? Nasıl olur da bir şeyler anlatmaya çalışan milyonları dinlemekten vazgeçeriz ? Bu onları PKK'nın kucağına atmak olmaz mı ?
Buna karşılık HDP'ye yapılan en büyük eleştiri, HDP'nin PKK'yı bitirmeye çalışmak gibi derdinin olmaması, onunla beraber yürümesi şeklinde. Önce silah bıraksınlar sonra siyaset yapsınlar deniyor.
Birincisi, Kürt hareketi uzun yıllardır siyaset yapmak istiyor ama kurdukları partiler sürekli kapanıyor. 10'a varan parti kapatmaları, meclisten milletvekili kaldırmaları henüz unutulmadı. Adamlara siyaset yapma imkanı verildi mi ki ? Bu partiler kapatılmasaydı belki PKK çoktan lağvedilmişti.
İkicisi ve asıl söylemek istediğimiz şu :
HDP meclise girerse ne olur ?
Demokrasi, zehrini, onlara da verir !
Şu an HDP barajı aşabilmek için Türklerin oyuna ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle bu seçimde "köprüyü geçene kadar" olsa bile söylemini yumuşatmak zorunda kalmıştır. Artık öyle sabahtan akşama Kürt diyememektedir. Toplumun diğer sorunlarına da değinmek zorunda kalmıştır. İşte bu demokrasi zehri, HDP'yi değiştirecektir.
Nasıl mı ?
HDP barajı geçince bir yol ayrımına girecek. Ya eski haline dönecek ve sonraki seçimde barajı geçemeyecek ya da bal tutan parmağını yalayacaktır. İktidar olabilmek, herkesin gözlerini boyar. HDP de gözlerini iktidara dikecektir. Ve iktidara giden yolun Türklerden geçtiğini görecektir. Bu nedenle Kürt'lerin haklarını savunurken PKK'dan ve Abdullah Öcalan'dan uzaklaşmaya başlayacaktır. Hatta belki bölünerek onları tasfiye edecektir.
Bu ikinci yol hem HDP hem Türkiye için büyük bir şanstır çünkü Selahattin Demirtaş şahsında açıkta duran Türk solunu toparlayabilecek en güçlü adaydır.
İktidara yürüyen bir HDP olduğunda, onu destekleyen Kürtler de kendilerinin iktidar düzeyinde temsil edildiğini görünce, özerklik veya ayrılmak düşüncelerinden vazgeçecek ve içlerindeki katı Kürtçüleri tasfiye edeceklerdir.
Yönettiğiniz bir devletten neden ayrılmak isteyesiniz ki ?
Şu an iki arada bir derededirler HDP. Hem siyasal Kürtleri küstürmeden Türklere yanaşmaya çalışmakta, hem de Türkleri ikna ederken Kürtleri AKP'ye kaptırmamaya uğraşmaktadır.
HDP'nin, meclise girdikten sonra yavaş yavaş Abdullah Öcalan'ı ve PKK'yı bitirmesi gerekiyor. Onlardan vazgeçmelidir, ki bu da kolay iş değildir kendileri için.
İşte tam da bu nedenle Türkler de Kürtlere yardım etmelidir.
Peki Türkiye'nin geleceği açısından hangisi daha olumlu ?
Eğer demokrasi diyorsak, tüm partiler mecliste temsil edilmeli diyorsak, HDP'yi bundan ayıramayız. O da siyasette yer edinmeye çalışan bir partidir ve bu anlamda bir partinin faaliyetlerini ama barajla ama siyaset dışı yollarla engellemeye çalışmak demokratik değildir.
HDP'nin meclis dışında kalması demek, Kürtlerin seslerini duyuramamaları demektir. Kendini ifade edemeyen, dinletemeyen bir çocuk bile dikkat çekmek için bağırıp çağırmaya, ağlamaya, eşyaları kırmaya başlamıyor mu ? Nasıl olur da bir şeyler anlatmaya çalışan milyonları dinlemekten vazgeçeriz ? Bu onları PKK'nın kucağına atmak olmaz mı ?
Buna karşılık HDP'ye yapılan en büyük eleştiri, HDP'nin PKK'yı bitirmeye çalışmak gibi derdinin olmaması, onunla beraber yürümesi şeklinde. Önce silah bıraksınlar sonra siyaset yapsınlar deniyor.
Birincisi, Kürt hareketi uzun yıllardır siyaset yapmak istiyor ama kurdukları partiler sürekli kapanıyor. 10'a varan parti kapatmaları, meclisten milletvekili kaldırmaları henüz unutulmadı. Adamlara siyaset yapma imkanı verildi mi ki ? Bu partiler kapatılmasaydı belki PKK çoktan lağvedilmişti.
İkicisi ve asıl söylemek istediğimiz şu :
HDP meclise girerse ne olur ?
Demokrasi, zehrini, onlara da verir !
Şu an HDP barajı aşabilmek için Türklerin oyuna ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle bu seçimde "köprüyü geçene kadar" olsa bile söylemini yumuşatmak zorunda kalmıştır. Artık öyle sabahtan akşama Kürt diyememektedir. Toplumun diğer sorunlarına da değinmek zorunda kalmıştır. İşte bu demokrasi zehri, HDP'yi değiştirecektir.
Nasıl mı ?
HDP barajı geçince bir yol ayrımına girecek. Ya eski haline dönecek ve sonraki seçimde barajı geçemeyecek ya da bal tutan parmağını yalayacaktır. İktidar olabilmek, herkesin gözlerini boyar. HDP de gözlerini iktidara dikecektir. Ve iktidara giden yolun Türklerden geçtiğini görecektir. Bu nedenle Kürt'lerin haklarını savunurken PKK'dan ve Abdullah Öcalan'dan uzaklaşmaya başlayacaktır. Hatta belki bölünerek onları tasfiye edecektir.
Bu ikinci yol hem HDP hem Türkiye için büyük bir şanstır çünkü Selahattin Demirtaş şahsında açıkta duran Türk solunu toparlayabilecek en güçlü adaydır.
İktidara yürüyen bir HDP olduğunda, onu destekleyen Kürtler de kendilerinin iktidar düzeyinde temsil edildiğini görünce, özerklik veya ayrılmak düşüncelerinden vazgeçecek ve içlerindeki katı Kürtçüleri tasfiye edeceklerdir.
Yönettiğiniz bir devletten neden ayrılmak isteyesiniz ki ?
Şu an iki arada bir derededirler HDP. Hem siyasal Kürtleri küstürmeden Türklere yanaşmaya çalışmakta, hem de Türkleri ikna ederken Kürtleri AKP'ye kaptırmamaya uğraşmaktadır.
HDP'nin, meclise girdikten sonra yavaş yavaş Abdullah Öcalan'ı ve PKK'yı bitirmesi gerekiyor. Onlardan vazgeçmelidir, ki bu da kolay iş değildir kendileri için.
İşte tam da bu nedenle Türkler de Kürtlere yardım etmelidir.
1 Mart 2015 Pazar
KADIN NEDEN NAMUSTUR ?
Kadınlar üzerindeki erkek baskısının nedenlerini incelediğimizde önümüze uzun bir liste çıkar. İnsan davranışlarının karmaşıklığı, olayları tek bir nedenle açıklamakta zorluklar çıkartır. Bu yüzden uzun uzun nedenler üstünde tartışmaktansa en derinde yatan bir iki ana nedeni bulabilmek bize daha doğru bir bakış açısı kazandırır.
Kadının toplum içindeki yerine baktığımızda, daha önceki yazılarımızda da incelediğimiz gibi pek çok neden saymış ama bu nedenler arasındaki en temel nedenin tarım toplumu olmamızdan kaynaklandığını söylemiştik. Bu yazımızda daha da derine inip, bilinçaltımızın en derin yerlerinde saklı bulunan bir nedenden bahsedip, insan davranışlarını açıklamak için bir teori ortaya atacağız.
Sorumuz, kadının sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok yerinde namus olarak algılanmasının nedeni nedir ?
Hatta ahlak deyince neden cinsellik gelir akla ? Neden açık seçik elbise giyen kadınlara hemen ahlaksız yaftası yapıştırırız ? Ahlakı neden kadın üzerinden anlatırız ?
Sanırım bu soruların cevabı milyonlarca yıl ötesine gidiyor. Eğer evrimleşerek varolmuşsak davranışlarımızı anlamak için hayvanlar alemine arada bir bakmakta fayda var.
Hayvanlar aleminin gerçeklerinden biri cinselliğe bakış açılarıdır. Erkekler dişileri etkilemek zorundadır. Onlarla cinsel ilişkiye girebilmek için güçlü olmak zorundalardır, ki doğacak nesiller de güçlü olabilsin. Erkek, kadını etkiledikten sonra onunla cinsel ilişkiye girer ama olay asıl bundan sonra başlar.
Dışarıdan gelen bir erkek, sürüde veya dişide hak iddia edebiliyor. Bu durumda doğal olarak egemen erkekle çarpışması gerekiyor. Eğer onu yenerse dişinin de yeni sahibi oluyor. İşin ilginç tarafı dişi de niye kocamı dövdün demiyor veya kocasının peşinden gitmiyor. Eski erkeği yenen güçlü erkeğe teslim oluyor. Ve dişiyi eline geçiren erkek, önceki erkekten olan çocukları öldürme hakkını da elde ediyor.
Demek ki hayvanlar aleminde genel olarak güçlü olan erkek kadına sahip oluyor ve eski erkekten olan çocukları da öldürme hakkını elinde tutuyor.
Madem ki biz de evrimleştik ve madem ki primatlardan şimdiki insana geçiş milyonlarca yıl sürdü; demek ki bu hayat tarzının izleri hala bilinçaltımızda var olmalı.
İyi ama bizde işler bu şekilde olmuyor. Kimse kadının kocasını ve çocuklarını öldürüp ona sahip olmuyor.
İnsanoğlu bu işi kan dökmeden halletmek için işi daha en başında kesmek istemiş sanırım. Yani dışardan gelen bir erkeğin nikahsız olarak bir kadınla olmasını ahlaksızlık sayıp bunu bir toplumsal değer olarak görmüş. Hayvanlar aleminin vahşi çözümüne bakıldığında oldukça ileri bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Nikah yapmak demek, aslında tüm topluma "ey ahali, haberiniz olsun ki ben bu kadından çocuk yapıcam ve artık siz bu kadına yanaşmıcaksınız" demektir. Ama bu da yeterli olmamaktadır. Dışardan gelen erkek güçlü (yakışıklı, zengin, kadının aklını bir şekilde çelebilen vb) olabilir ve kocayı alt edebilir. O zaman ne yapılacak ? İşte buna bulunan çözüm gerçekten çok zekice :
Namus !
Namusun iki işlevi var. Birincisi dışardan kadına yanaşan olduğunda sadece kadının kocasının değil tüm toplumun (eş, dost, akraba, devlet vb) karşı koymasını sağlamaktadır. Çünkü namusun koruduğu bu yeni aile düzeni toplumu ayakta tutan bir unsurdur. Böylece kimse toplumdan daha güçlü olamayacağından bu yapıyı bozmaya cesaret etme ihtimali de düşecektir.
Namusun diğer ve asıl önemli işlevi ise kadın tarafıdır. Olur ya gelen erkek, kadının aklını çelebilir veya kadının kendisi daha "güçlü/çekici" bir erkekten etkilenebilir. Bu durumda kadın, kocasını terk edebilir veya kocanın haberi dahi olmadan başka bir erkekten çocuk yapabilir. İşte bu durumda devreye yine namus girmektedir. Kadının beynine, kocası dışında birisi ile olmanın ne kadar kötü ve ahlaksızca bir şey olduğu çocukluğundan itibaren kazınır ve kadın eğer bunu yaparsa cezasının da ölüm olduğunu bilir.
Cezanın ağırı da erkekten çok kadınadır. Çünkü bilinçaltımızda, atalarımızda olduğu gibi, erkeğin gelip kadına sulanmasının bir hak olduğu yer etmiştir. Namus, erkeğin yanaşmasını da önlemeye çalışsa bile, erkek neticede doğal hakkını kullanmaktadır, ona yüz vermemesi gereken ise kadındır.
Erkek egemenliğine giden yol da zaten buradan geçmektedir.
Ve insanoğlu evrimleştikçe hayvanlar alemi ile arasındaki farkı açıyor. Modern dünyada namusun kalkmaya başlamış olması bunun bir göstergesi olsa gerek.
Kadının toplum içindeki yerine baktığımızda, daha önceki yazılarımızda da incelediğimiz gibi pek çok neden saymış ama bu nedenler arasındaki en temel nedenin tarım toplumu olmamızdan kaynaklandığını söylemiştik. Bu yazımızda daha da derine inip, bilinçaltımızın en derin yerlerinde saklı bulunan bir nedenden bahsedip, insan davranışlarını açıklamak için bir teori ortaya atacağız.
Sorumuz, kadının sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok yerinde namus olarak algılanmasının nedeni nedir ?
Hatta ahlak deyince neden cinsellik gelir akla ? Neden açık seçik elbise giyen kadınlara hemen ahlaksız yaftası yapıştırırız ? Ahlakı neden kadın üzerinden anlatırız ?
Sanırım bu soruların cevabı milyonlarca yıl ötesine gidiyor. Eğer evrimleşerek varolmuşsak davranışlarımızı anlamak için hayvanlar alemine arada bir bakmakta fayda var.
Hayvanlar aleminin gerçeklerinden biri cinselliğe bakış açılarıdır. Erkekler dişileri etkilemek zorundadır. Onlarla cinsel ilişkiye girebilmek için güçlü olmak zorundalardır, ki doğacak nesiller de güçlü olabilsin. Erkek, kadını etkiledikten sonra onunla cinsel ilişkiye girer ama olay asıl bundan sonra başlar.
Dışarıdan gelen bir erkek, sürüde veya dişide hak iddia edebiliyor. Bu durumda doğal olarak egemen erkekle çarpışması gerekiyor. Eğer onu yenerse dişinin de yeni sahibi oluyor. İşin ilginç tarafı dişi de niye kocamı dövdün demiyor veya kocasının peşinden gitmiyor. Eski erkeği yenen güçlü erkeğe teslim oluyor. Ve dişiyi eline geçiren erkek, önceki erkekten olan çocukları öldürme hakkını da elde ediyor.
Demek ki hayvanlar aleminde genel olarak güçlü olan erkek kadına sahip oluyor ve eski erkekten olan çocukları da öldürme hakkını elinde tutuyor.
Madem ki biz de evrimleştik ve madem ki primatlardan şimdiki insana geçiş milyonlarca yıl sürdü; demek ki bu hayat tarzının izleri hala bilinçaltımızda var olmalı.
İyi ama bizde işler bu şekilde olmuyor. Kimse kadının kocasını ve çocuklarını öldürüp ona sahip olmuyor.
İnsanoğlu bu işi kan dökmeden halletmek için işi daha en başında kesmek istemiş sanırım. Yani dışardan gelen bir erkeğin nikahsız olarak bir kadınla olmasını ahlaksızlık sayıp bunu bir toplumsal değer olarak görmüş. Hayvanlar aleminin vahşi çözümüne bakıldığında oldukça ileri bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Nikah yapmak demek, aslında tüm topluma "ey ahali, haberiniz olsun ki ben bu kadından çocuk yapıcam ve artık siz bu kadına yanaşmıcaksınız" demektir. Ama bu da yeterli olmamaktadır. Dışardan gelen erkek güçlü (yakışıklı, zengin, kadının aklını bir şekilde çelebilen vb) olabilir ve kocayı alt edebilir. O zaman ne yapılacak ? İşte buna bulunan çözüm gerçekten çok zekice :
Namus !
Namusun iki işlevi var. Birincisi dışardan kadına yanaşan olduğunda sadece kadının kocasının değil tüm toplumun (eş, dost, akraba, devlet vb) karşı koymasını sağlamaktadır. Çünkü namusun koruduğu bu yeni aile düzeni toplumu ayakta tutan bir unsurdur. Böylece kimse toplumdan daha güçlü olamayacağından bu yapıyı bozmaya cesaret etme ihtimali de düşecektir.
Namusun diğer ve asıl önemli işlevi ise kadın tarafıdır. Olur ya gelen erkek, kadının aklını çelebilir veya kadının kendisi daha "güçlü/çekici" bir erkekten etkilenebilir. Bu durumda kadın, kocasını terk edebilir veya kocanın haberi dahi olmadan başka bir erkekten çocuk yapabilir. İşte bu durumda devreye yine namus girmektedir. Kadının beynine, kocası dışında birisi ile olmanın ne kadar kötü ve ahlaksızca bir şey olduğu çocukluğundan itibaren kazınır ve kadın eğer bunu yaparsa cezasının da ölüm olduğunu bilir.
Cezanın ağırı da erkekten çok kadınadır. Çünkü bilinçaltımızda, atalarımızda olduğu gibi, erkeğin gelip kadına sulanmasının bir hak olduğu yer etmiştir. Namus, erkeğin yanaşmasını da önlemeye çalışsa bile, erkek neticede doğal hakkını kullanmaktadır, ona yüz vermemesi gereken ise kadındır.
Erkek egemenliğine giden yol da zaten buradan geçmektedir.
Ve insanoğlu evrimleştikçe hayvanlar alemi ile arasındaki farkı açıyor. Modern dünyada namusun kalkmaya başlamış olması bunun bir göstergesi olsa gerek.
17 Şubat 2015 Salı
TECAVÜZCÜYE İŞKENCE ETMEK
Özgecan cinayeti hepimizin ruhlarında derin dalgalanmalara yol açtı. Herkes haklı olarak bu vahşete büyük bir cezanın verilmesini istiyor. Ömür boyu hapis dahi kesmiyor vicdanların sesini. Herkes bu kişilere işkence yapılmasını istiyor.
Hatta konu o noktalara gidiyor ki, cezaevinde yatan insanlardan medet umuluyor. Onların, bu tecavüzcü, işkenceci canilerin icaplarına bakmaları bekleniyor. İstiyorlar ki dövsünler onları, kemiklerini kırsınlar, kessinler bir yerlerini ve hatta tecavüz etsinler.
Görüleceği üzere normal olmayan ve içinde biraz hastalık taşıyan düşünceler bunlar.
Bir kere cezaevindeki insanları aşağılayan bir düşünce bu. El altından ceza evlerindekileri överken, cellat yerine koyuyorlar onları birkere. Yaparlarsa iyi yaparlar, helal olsun diyerek gazı veriyorlar. O insanları nasıl bir hale koyduklarını düşünmüyorlar. Hangi cellat, toplumda saygın bir yer edinir ? Demek cezaevindeki tüm insanlar bize göre bütün pis işleri yaptırabileceğimiz, hayatlarının, duygularının bir önemi olmadığı maşa insanlar. Onların bir erkeğe tecavüz etmelerinde sorun yok çünkü onlar da zaten cani, aşağılık insanlar mı demeye getiriyoruz ?
Iskaladığımız ikinci bir konu ise, bir kere işkenceye onay verdikten sonra, konunun dallanıp budaklanma olasılığı. Bugün siz tecavüzcüye işkence yapılmasını makul görürsünüz, yarın bir dinci çıkar, ateiste işkence yapılmasını ister, Allah'a küfrediyor diye. Veya bir başkası, çocuğunu kavgada öldürene işkence yapılmasını ister. Ha diyeceksiniz ki, yok biz sadece tecavüzcüye ve canice cinayet işleyenlere yapılsın istiyoruz. Ama maalesef, dünya böyle dönmüyor. Cin şişeden bir kere çıktı mı, artık kontrol edilmez oluyor. Hem neden sadece sizin istediklerinize işkence yapıyormuşuz ! Ben de başka bir konuda nefret ettiğim bir suça aynı şekilde ceza verilmesini istiyorsam ? Kıstas nedir ?
Üçüncü konu ise, cani de olsa iğrenç bir insan da olsa bir insana yapılan işkence, ona onay verenin ruhunu deler. Fark etmezsiniz bunu belki hemen ama artık siz de insan olmaktan uzaklaşmaya başlarsınız. Artık zorda kalınca veya ruhunuzda yaralar açan bir olayla karşılaşınca karşınızdaki zarar vermekten çekinmezsiniz. Çünkü ruhunuza bu zehiri damlatmışsınızdır bir kere. Oysa içimizdeki insanlık duyguları, kuru ve çorak topraklarda var olmaya çalışan ve diğer etkilerden kolayca yıpranabilecek bir çiçek gibidir. Özenip bezenip, üzerine titreyerek büyütmemiz gerekir onu. Aksi halde bir bakmışsınız bakkala giderken öldürülen bir çocuğa terörist demeye başlamışsınız. Bir bakmışsınız zalimliklere gerekçeler bulmaya çalışıyor olmuşsunuz. Bir bakmışsınız zalim olmaya başlamışsınız.
Ve son olarak, hadi diyelim ki Özgecan'ın katillerine işkence yaptık. İzleyebilecek misiniz bunu ? Hayır ama birileri bunu yapsın istiyorsunuz değil mi ? Yani duygularınız tatmin olsun diye bir insanın işkenceye uğramasına onay verirken, başka bir insanı da işkence yapan konuma getirebiliyorsunuz. Yani bu insanlık ayıbı eylemi görmek istemiyorsunuz ama yapılsın istiyorsunuz.
Peki buna onay verdikten sonra, yani bir insana işkence yaptırdıktan sonra artık sevebilecek misiniz insanları, çiçekleri, hayvanları ?
Diyeceksiniz ki, senin tuzun kuru tabi. Senin kızkardeşine, kızına yapılsa bu canice şeyler, ne yapardın ?
İşte bu yüzden hukukta çok önemli bir kural vardır : Cezayı veren mağdurun yakını veya tanıdığı olmamalıdır.
Hatta konu o noktalara gidiyor ki, cezaevinde yatan insanlardan medet umuluyor. Onların, bu tecavüzcü, işkenceci canilerin icaplarına bakmaları bekleniyor. İstiyorlar ki dövsünler onları, kemiklerini kırsınlar, kessinler bir yerlerini ve hatta tecavüz etsinler.
Görüleceği üzere normal olmayan ve içinde biraz hastalık taşıyan düşünceler bunlar.
Bir kere cezaevindeki insanları aşağılayan bir düşünce bu. El altından ceza evlerindekileri överken, cellat yerine koyuyorlar onları birkere. Yaparlarsa iyi yaparlar, helal olsun diyerek gazı veriyorlar. O insanları nasıl bir hale koyduklarını düşünmüyorlar. Hangi cellat, toplumda saygın bir yer edinir ? Demek cezaevindeki tüm insanlar bize göre bütün pis işleri yaptırabileceğimiz, hayatlarının, duygularının bir önemi olmadığı maşa insanlar. Onların bir erkeğe tecavüz etmelerinde sorun yok çünkü onlar da zaten cani, aşağılık insanlar mı demeye getiriyoruz ?
Iskaladığımız ikinci bir konu ise, bir kere işkenceye onay verdikten sonra, konunun dallanıp budaklanma olasılığı. Bugün siz tecavüzcüye işkence yapılmasını makul görürsünüz, yarın bir dinci çıkar, ateiste işkence yapılmasını ister, Allah'a küfrediyor diye. Veya bir başkası, çocuğunu kavgada öldürene işkence yapılmasını ister. Ha diyeceksiniz ki, yok biz sadece tecavüzcüye ve canice cinayet işleyenlere yapılsın istiyoruz. Ama maalesef, dünya böyle dönmüyor. Cin şişeden bir kere çıktı mı, artık kontrol edilmez oluyor. Hem neden sadece sizin istediklerinize işkence yapıyormuşuz ! Ben de başka bir konuda nefret ettiğim bir suça aynı şekilde ceza verilmesini istiyorsam ? Kıstas nedir ?
Üçüncü konu ise, cani de olsa iğrenç bir insan da olsa bir insana yapılan işkence, ona onay verenin ruhunu deler. Fark etmezsiniz bunu belki hemen ama artık siz de insan olmaktan uzaklaşmaya başlarsınız. Artık zorda kalınca veya ruhunuzda yaralar açan bir olayla karşılaşınca karşınızdaki zarar vermekten çekinmezsiniz. Çünkü ruhunuza bu zehiri damlatmışsınızdır bir kere. Oysa içimizdeki insanlık duyguları, kuru ve çorak topraklarda var olmaya çalışan ve diğer etkilerden kolayca yıpranabilecek bir çiçek gibidir. Özenip bezenip, üzerine titreyerek büyütmemiz gerekir onu. Aksi halde bir bakmışsınız bakkala giderken öldürülen bir çocuğa terörist demeye başlamışsınız. Bir bakmışsınız zalimliklere gerekçeler bulmaya çalışıyor olmuşsunuz. Bir bakmışsınız zalim olmaya başlamışsınız.
Ve son olarak, hadi diyelim ki Özgecan'ın katillerine işkence yaptık. İzleyebilecek misiniz bunu ? Hayır ama birileri bunu yapsın istiyorsunuz değil mi ? Yani duygularınız tatmin olsun diye bir insanın işkenceye uğramasına onay verirken, başka bir insanı da işkence yapan konuma getirebiliyorsunuz. Yani bu insanlık ayıbı eylemi görmek istemiyorsunuz ama yapılsın istiyorsunuz.
Peki buna onay verdikten sonra, yani bir insana işkence yaptırdıktan sonra artık sevebilecek misiniz insanları, çiçekleri, hayvanları ?
Diyeceksiniz ki, senin tuzun kuru tabi. Senin kızkardeşine, kızına yapılsa bu canice şeyler, ne yapardın ?
İşte bu yüzden hukukta çok önemli bir kural vardır : Cezayı veren mağdurun yakını veya tanıdığı olmamalıdır.
16 Şubat 2015 Pazartesi
TÜM SUÇLU ERKEKLER Mİ ?
Özgecan cinayeti sonrası haklı olarak yükselen tepkiler erkekler üzerine yoğunlaşmış durumda. Bizce de son derece yerinde bir tepki. Sosyal medyada dolanan yazılarda psikolojik ve kültürel güzel analizler de yapılmış. Basit ve sıradan gördüğümüz davranışların insanı ilerde nasıl değiştirebileceğini anlatan yazılar yayımlanıyor.
Erkek egemen toplumun nedenleri ve yanlışları üzerine biz de daha önceden yazılar yazmış hatta kadınların neler yapması gerektiğini de zaman zaman vurgulamıştık. Ama kadınlara verdiğimiz bu destek, sorunun külliyen erkeklerden kaynaklanıyor olmasından değildir. Asıl mesele daha derindedir.
Toplumsal olaylara baktığımızda göreceğimiz tek bir gerçek vardır : Güçlünün güçsüzü ezmesi.
Mesele temelde erkek egemen bir kültürden ziyade, bu gerçektir. Çünkü örneklerini gördüğümüz üzere bugün güçsüz olup ezilen, yarın eline gücü geçirince, başkalarını ezmeye başlamaktadır. Gücü kutsayan bu anlayış sadece erkeklerde yoktur, kadınlarda da hakimdir. İster iş hayatında birbirini çekemeyen ve kuyularını kazmaya çalışan kadınlara bakın, ister çocuğundan daha güçlü olduğu için onu dövebilen anneye bakın. Kadın da eline gücü geçirdiği zaman bunu kullanabilmektedir.
Ayrıca ilginç bir toplumbilimsel gerçek vardır : Erkek egemen kültürün taşıyıcısı kadındır !
Yani kadınlar, bütün gün çocukla zaman geçiren, onu yetiştiren olarak, çocuklarının zihnine erkek egemen kültürü aşılayandır. Eğer erkek çocukları kendini kadınlardan üstün görüyorsa, bunun nedeni sadece babanın davranışı değil, annenin de bu kültürü, çocuğuyla başbaşa kaldığında bile onaylamasıdır.
Kız çocuğuna erkeklere itaati, erkek çocuklara üstünlüğü öğreten en önemli kişi kadındır.
Bu eğitimden geçmiş kişiler olarak okumuş yazmış, görmüş geçirmiş kızlara düşen nedir ? Okumuş kızlarımızın ruh hali nasıldır ?
Hayatlarında gerçekten erkek egemenliğini önleyecek davranışlarda bulunuyorlar mı ?
Pek sanmıyoruz. Nedenlerine gelince,
Onlar değil mi erkeği koruyucu, kollayıcı bir sığınak olarak gören ?
Onlar değil mi kendisine asılan bir başka erkeği uzaklaştıran erkeğiyle gurur duyan ?
Onlar değil mi sahip çıkılmaktan hoşlanan ?
Onlar değil mi dizilerdeki maço erkeklere hayran olan ?
Onlar değil mi erkeği ev geçindiren olarak gören ?
Farkında olarak veya olmayarak hepimiz bu düzeni besliyoruz. Suçu erkeklerde bulmadan önce kadınlar, kendi kapılarının önünü temizlemelidir. Önce kendi içlerindeki erkek hayranlığından vazgeçmelidirler.
Erkek egemen toplumun nedenleri ve yanlışları üzerine biz de daha önceden yazılar yazmış hatta kadınların neler yapması gerektiğini de zaman zaman vurgulamıştık. Ama kadınlara verdiğimiz bu destek, sorunun külliyen erkeklerden kaynaklanıyor olmasından değildir. Asıl mesele daha derindedir.
Toplumsal olaylara baktığımızda göreceğimiz tek bir gerçek vardır : Güçlünün güçsüzü ezmesi.
Mesele temelde erkek egemen bir kültürden ziyade, bu gerçektir. Çünkü örneklerini gördüğümüz üzere bugün güçsüz olup ezilen, yarın eline gücü geçirince, başkalarını ezmeye başlamaktadır. Gücü kutsayan bu anlayış sadece erkeklerde yoktur, kadınlarda da hakimdir. İster iş hayatında birbirini çekemeyen ve kuyularını kazmaya çalışan kadınlara bakın, ister çocuğundan daha güçlü olduğu için onu dövebilen anneye bakın. Kadın da eline gücü geçirdiği zaman bunu kullanabilmektedir.
Ayrıca ilginç bir toplumbilimsel gerçek vardır : Erkek egemen kültürün taşıyıcısı kadındır !
Yani kadınlar, bütün gün çocukla zaman geçiren, onu yetiştiren olarak, çocuklarının zihnine erkek egemen kültürü aşılayandır. Eğer erkek çocukları kendini kadınlardan üstün görüyorsa, bunun nedeni sadece babanın davranışı değil, annenin de bu kültürü, çocuğuyla başbaşa kaldığında bile onaylamasıdır.
Kız çocuğuna erkeklere itaati, erkek çocuklara üstünlüğü öğreten en önemli kişi kadındır.
Bu eğitimden geçmiş kişiler olarak okumuş yazmış, görmüş geçirmiş kızlara düşen nedir ? Okumuş kızlarımızın ruh hali nasıldır ?
Hayatlarında gerçekten erkek egemenliğini önleyecek davranışlarda bulunuyorlar mı ?
Pek sanmıyoruz. Nedenlerine gelince,
Onlar değil mi erkeği koruyucu, kollayıcı bir sığınak olarak gören ?
Onlar değil mi kendisine asılan bir başka erkeği uzaklaştıran erkeğiyle gurur duyan ?
Onlar değil mi sahip çıkılmaktan hoşlanan ?
Onlar değil mi dizilerdeki maço erkeklere hayran olan ?
Onlar değil mi erkeği ev geçindiren olarak gören ?
Farkında olarak veya olmayarak hepimiz bu düzeni besliyoruz. Suçu erkeklerde bulmadan önce kadınlar, kendi kapılarının önünü temizlemelidir. Önce kendi içlerindeki erkek hayranlığından vazgeçmelidirler.
27 Ocak 2015 Salı
HAKARET ETME ÖZGÜRLÜĞÜ
Fransa'da karikatüristlere karşı yapılan terör olayından sonra Müslümanlar hemen savunmaya geçti :
Evet olay tasvip edilemez ama hakaret de ifade özgürlüğüne girmez.
İşin ilginç tarafı kimse buna itiraz da etmedi.
O zaman şu soruların cevabı nedir ?
Hakaretin sınırı nedir ? Hangi sözü (yazıyı, karikatürü, davranışı vb) hakaret olarak kabul edicez ?
Bir sözün hakaret olduğuna kim, nasıl karar verecek ?
Bir söz birisine göre hakaretken diğerine göre değilse ne olacak ? Hadi başka ülkeden örnek verelim. Örneğin fuck you hakaret midir ?
Hakaret ifade özgürlüğü değilse, cezası nedir ?
Sorular çoğaltılabilir.
Bu bakış açısı, yasakçı bakış açısının tipik örneğidir. Kompleksli bir bakış açısıdır. Rahat edebilmesi için çevresindekilerin kendisine uymasını isteyen kontrolcü zihnin ürünüdür. Ancak benim belirlediğim sınırlarda konuşabilirsin der. Karşısındakinin nasıl davranacağına, nasıl konuşacağına o karar verir. Karşısındakinin kendisine itaat etmesini ister. RTÜK'ten farkı yoktur. Bugün bunu diyen kişi yarın, karşımda sigara içme de der, benimle konuşurken bacak bacak üstüne atma da der, her şeyi der. Hakaretten insanları da tutuklatır. Çünkü bir kere yasakçılığı meşru saymaya başlamıştır. O yol açıldıktan sonra gerisi illa ki gelir.
İşin doğrusu şudur : Herkesin hakaret etme özgürlüğü vardır !
Eskiden çok güzel geleneklerimiz ve davranış biçimlerimiz vardı. Bu güzel davranışlarımızdan biri "kem söz sahibine aittir" sözü ile ifade edilen davranıştı. Kötü söz söyleyeni kendi haline bırakma, onunla muhatap olmama anlamına geliyordu. Kötü söz söyleyen, toplumca ayıplanır, onunla sohbet kesilir, sosyal ortamlardan uzaklaştırılırdı. Böylece kem söz söyleyen, söylediğine pişman olurdu.
Kaybettiğimiz bu özellik yerine ne geldi ?
Şiddet !
Kötü söz söyleyenin yüzüne yumruğu geçirme, kavga etme, bıçaklama ve hatta öldürme.
Bütün bu saldırganlıklar aslında belli bir psikolojinin ürünü.
Günlük hayatta elbette kendimizi tutamadığımız anlar olur. Annemize küfredene arkamızı dönüp gitmek ağırımıza gider. Hele toplum içinde söylenmişse, tepkisiz kalmak erkeklik gururumuzu incitir. Burada durup düşünmek gerekir. Kızlar arasındaki kavgalarda bu tarz küfürler çok çok azken (erkeklere öykünenler yüzünden artış var), neden erkeklerde yaygın ? Neden erkeklik gururu bu tarz konularda faalken, kadınlık gururu daha çok cinsel temelli konularda oluşuyor ?
Kavga, dövüş az gelişmişliğin sonucudur ve maalesef bu topraklarda hepimiz biraz böyleyiz. Kavga eden erkek etrafına hava atma isteğindedir. Bakın ne kadar güçlüyüm der. Etrafındaki erkekler ona itaat etsin ve saygı duysun, kızlar da ona meyletsin derdindedir. Hayvanlar aleminde de sıkça gördüğümüz bir davranış !
İyi de hani biz evrimleşmiş, akıllı canlılardık ?
Akıllı ve gelişmiş bir insan sadece kendisine veya başkasına fiziksel bir saldırı olduğunda savunma amaçlı olarak kavga eder.
Zaten bu tarz "az gelişmiş" insanlara istediğinizi yaptırabilirsiniz. Belli durumlara düşünme süzgecinden geçmemiş, otomatik tepkiler geliştirmişlerdir çünkü. Dincileri sokağa mı dökmek istiyorsun ? Falan kişi dinimize küfretti demen yeter. Kemalistlerin bir gruba tepki vermesini mi istiyorsun ? Atatürk'e hakaret edildi demen yeter. Savaş mı çıkarmak istiyorsun. Bir provokasyon yeter.
Bu arada anneme küfredersen yumruğu yersin diyen Papaya da bir çift laf edelim buradan. İsa değil miydi, bir yanağına tokat atana diğer yanağını da dön diyen ? Ne bu hiddet bu celal ?
Son sözü Kuranla söyleyelim :4-140 :
"Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, o kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır"
Hani nerde, alay edenleri cezalandırmak, öldürmek vb hüküm ?
Evet olay tasvip edilemez ama hakaret de ifade özgürlüğüne girmez.
İşin ilginç tarafı kimse buna itiraz da etmedi.
O zaman şu soruların cevabı nedir ?
Hakaretin sınırı nedir ? Hangi sözü (yazıyı, karikatürü, davranışı vb) hakaret olarak kabul edicez ?
Bir sözün hakaret olduğuna kim, nasıl karar verecek ?
Bir söz birisine göre hakaretken diğerine göre değilse ne olacak ? Hadi başka ülkeden örnek verelim. Örneğin fuck you hakaret midir ?
Hakaret ifade özgürlüğü değilse, cezası nedir ?
Sorular çoğaltılabilir.
Bu bakış açısı, yasakçı bakış açısının tipik örneğidir. Kompleksli bir bakış açısıdır. Rahat edebilmesi için çevresindekilerin kendisine uymasını isteyen kontrolcü zihnin ürünüdür. Ancak benim belirlediğim sınırlarda konuşabilirsin der. Karşısındakinin nasıl davranacağına, nasıl konuşacağına o karar verir. Karşısındakinin kendisine itaat etmesini ister. RTÜK'ten farkı yoktur. Bugün bunu diyen kişi yarın, karşımda sigara içme de der, benimle konuşurken bacak bacak üstüne atma da der, her şeyi der. Hakaretten insanları da tutuklatır. Çünkü bir kere yasakçılığı meşru saymaya başlamıştır. O yol açıldıktan sonra gerisi illa ki gelir.
İşin doğrusu şudur : Herkesin hakaret etme özgürlüğü vardır !
Eskiden çok güzel geleneklerimiz ve davranış biçimlerimiz vardı. Bu güzel davranışlarımızdan biri "kem söz sahibine aittir" sözü ile ifade edilen davranıştı. Kötü söz söyleyeni kendi haline bırakma, onunla muhatap olmama anlamına geliyordu. Kötü söz söyleyen, toplumca ayıplanır, onunla sohbet kesilir, sosyal ortamlardan uzaklaştırılırdı. Böylece kem söz söyleyen, söylediğine pişman olurdu.
Kaybettiğimiz bu özellik yerine ne geldi ?
Şiddet !
Kötü söz söyleyenin yüzüne yumruğu geçirme, kavga etme, bıçaklama ve hatta öldürme.
Bütün bu saldırganlıklar aslında belli bir psikolojinin ürünü.
Günlük hayatta elbette kendimizi tutamadığımız anlar olur. Annemize küfredene arkamızı dönüp gitmek ağırımıza gider. Hele toplum içinde söylenmişse, tepkisiz kalmak erkeklik gururumuzu incitir. Burada durup düşünmek gerekir. Kızlar arasındaki kavgalarda bu tarz küfürler çok çok azken (erkeklere öykünenler yüzünden artış var), neden erkeklerde yaygın ? Neden erkeklik gururu bu tarz konularda faalken, kadınlık gururu daha çok cinsel temelli konularda oluşuyor ?
Kavga, dövüş az gelişmişliğin sonucudur ve maalesef bu topraklarda hepimiz biraz böyleyiz. Kavga eden erkek etrafına hava atma isteğindedir. Bakın ne kadar güçlüyüm der. Etrafındaki erkekler ona itaat etsin ve saygı duysun, kızlar da ona meyletsin derdindedir. Hayvanlar aleminde de sıkça gördüğümüz bir davranış !
İyi de hani biz evrimleşmiş, akıllı canlılardık ?
Akıllı ve gelişmiş bir insan sadece kendisine veya başkasına fiziksel bir saldırı olduğunda savunma amaçlı olarak kavga eder.
Zaten bu tarz "az gelişmiş" insanlara istediğinizi yaptırabilirsiniz. Belli durumlara düşünme süzgecinden geçmemiş, otomatik tepkiler geliştirmişlerdir çünkü. Dincileri sokağa mı dökmek istiyorsun ? Falan kişi dinimize küfretti demen yeter. Kemalistlerin bir gruba tepki vermesini mi istiyorsun ? Atatürk'e hakaret edildi demen yeter. Savaş mı çıkarmak istiyorsun. Bir provokasyon yeter.
Bu arada anneme küfredersen yumruğu yersin diyen Papaya da bir çift laf edelim buradan. İsa değil miydi, bir yanağına tokat atana diğer yanağını da dön diyen ? Ne bu hiddet bu celal ?
Son sözü Kuranla söyleyelim :4-140 :
"Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, o kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır"
Hani nerde, alay edenleri cezalandırmak, öldürmek vb hüküm ?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)