Malatyada bilindiği gibi Alevilere karşı yine olaylar tertipleniyor. Belli ki yine kan dökülecek. Yeni değil aslında bu olaylar. Daha önceden de güneydoğuda Alevilerin evlerinin işaretlendiği söylenmiş ama kimse oralı olmamıştı. Alevi olmayanlar da bu olaylara tepkilerini dile getirdi ama gerçekten öyle mi? Gerçekten fakrında mıyız, bu olayların sebeblerinin başka olaylara gösterdiğimiz beğeniler veya kabullenişler olduğunu.
Ramazan geldi. Geldiği gibi her sene yaşadığımız olayları tekrardan yaşamaya başladık. Televizyonlarda her kanalda saatlerde ramazan programları yapılıyor. Çoğumuz da dini aydır, ibadet ayıdır vs diyerek bunları izliyoruz veya yadırgamıyoruz. Normal karşılıyoruz. Oysa hiç de normal bir olay değil.
Bu ramazan programları bir tahakkümdür. Türkiye laik bir ülke ise iki seçenek vardır.
1- bütün yurttaşlarının dini ibadet zamanlarında aynı şekilde programlar yapılır
2- ya da hiçbiri için yapılmaz.
Bazı özel kanallar, kuruluş amacını belli ederek bunu yapabilir. Ama bütün ulusal ve devlet kanalları istisnasız bunu yapıyorsa, ortada bir sorun var demektir. Bu ülkede başka dinden yurttaşlar yaşadığı gibi, islamı farklı yorumlayan müslüman inançlar da var. Bütün bu insanlar devlete vergi veriyor ve onun kanunlarına tabi oluyorsa, neden onların inanç zamanlarında aynı şekilde programlar yapılmıyor?
Çoğunluk mudur bunun nedeni ? Eğer öyleyse totaliter bir devlette yaşadığımızı ve bu tarz uygulamalara ses çıkarmayarak onun savunucusu olduğumuzu kabul edelim.
Demokraside ve insan haklarında bir kişinin hakkı ile bir milyonun hakkı arasında fark yoktur. Çoğunluk medyada kendine yer buluyorsa azınlık da bulmalıdır ki alevi vb farklı inançları, gayri müslimleri sayarsak hiç de azınlık bir guruptan bahsetmediğimiz anlaşılır.
Bu devlet hiçbir zaman laik olmamıştır. Her zaman iktidarda sünni bir yapılanma olmuştur ve devlet bu inançla yönetilmiştir. Osmanlıdan günümüze bu açıdan bir değişim olmamıştır.
İşin kötü tarafı, bugün Alevilere yapılan saldırıların arkasında bu yayınların oluşturduğu psikoloji de vardır. Ramazanda her kanal, her gazete, bütün sosyal medya sünni inancını beynimize böylesine kazırsa ve kendine demokrat diyenler buna itiraz etmezse tabi ki o sünni guruptan bazıları çıkar, kendi inançlarının doğru olduğunu, yoksa herkesin böyle aynı şeyi yüzyıllardır tekrar etmeyeceğini, kimsenin de buna karşı gelmediğini, dolayısıyla doğruluğunu kabul ettiğini söyleyip, alevilerin veya başka bir gurubun sapkın olduğunu savunup onlara saldırabilir.
Demokrasi ve insan hakları savunucusu olmak, olaylar olup bittikten sonra tepki göstermekle olmaz. Yaşanılan her şeyde, özellikle kendi inancının, kendi düşüncesinin yararına olan herşeyde durup, bu hoşuna giden şeyin insan haklarına uygun olup olmadığını düşünmekle olur.
Burada sadece ramazandaki medya yayınlarından bahsettik. Bunun gibi daha nice örnekler var.
Yaşanan bu olaylarda kendi inancımıza hoş şeyler yaşandığında susmamızın payı vardır. Yaşanacak olaylardan hepimizin sorumluluk payı vardır.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
22 Temmuz 2012 Pazar
ORUCUMUZ GEÇERLİ Mİ
Kimse itiraf etmese de aslında herkes işine gelene inanıp, ibadetlerini de kendi bildiğine göre yapıyor. Aksini söyleyen olduğunda, pek bilgisi de olmadığından topu başkalarına atarak, o böyle diyor, şu şöyle diyor diyerek, yaptığı yanlışı devam ettirmek için vicdanını rahatlatmış oluyor.
Topluluklara uyup bireysel sorumluluğu üzerinden atmanın psikolojisine daha önceden değinmiştik. Din, bu durumun en açık şekilde yaşandığı konulardan biri. Dinine laf attı diye adam öldüren fanatikten tutun da ibadet etmeyen, sadece inanan en hafif müslümanına kadar kimse Kuran'ı dahi okumamış, bizi şaşırtıp okumuş olanlarsa onu anlamak için hiç çaba göstermemişlerdir. Bu durum dinde ruhban sınıfının oluşmasına sebebiyet vermiş, diyanet ve benzeri kurumlardaki din bilginleri denilen kişilerin ağızlarından çıkanları uygulayan bir toplum yaratmış. Yaptığının yanlış olduğunu hissettiğinde veya birisi ona gerçeği söylediğinde de bu kadar insan yanlış mı yapıyor diyerek topu bu sefer kalabalık olmanın gücüne atıp rahatlıyor.
Dolayısıyla hacı-hoca tayfasına çok kızamıyoruz. Onları bu tembel toplum besliyor. Bu üşengen, bu sorumluluktan korkan insanlarca oluşan toplum bir günah keçisi aramış ve zaten buna yer arayan ve her dinde var olan bu iktidar olma heveslisi dini liderlerce yönetilmeye razı olmuştur.
Ama acı gerçek o ki, kendimizi kandırabiliriz ama Allah'ı asla.
Oruç için sahura kalkma zorunluluğu olmadığı biliniyordur herhalde. Bu bir seçenektir ama yüzyıllardır zorunluluk gibi yaşanmaktadır. Sahura kalkmışken namaz gibi ibadet de yapılıyorsa bu durumun dinen faydalı olduğu söylenebilir ama aksi halde uykunun bölünüp yemek yenilmesi ve tekrar yatılmasının faydalı mı zararlı mı olduğunu bilim adamları biraz araştırmalı.
Asıl işin kötü tarafı iftar vaktinde. Oruç, siyah iplik beyaz iplikten ayrılınca başlıyor. Bu andan itibaren yemek, içmek yasak. Orucun açıldığı saat ise gecenin/akşamın çöktüğü an. Kuran burada yine siyah iplik beyaz iplik örneği vermiyor ama bu örnek hem sabahı hem akşamı açıklar. Yani orucun siyah iplik beyaz iplikten ayrılamadığı yani artık karanlığın çöktüğü anda açılması lazım.
Peki öyle mi yapıyoruz ? Hayır.
Orucumuzu daha hava aydınlıkken açıyoruz. İftar vakti gökyüzüne bakarsanız havanın hala aydınlık olduğunu görürsünüz. Bu aydınlığın birazının şehrin ışıklarından olduğunu varsaysak bile (ki bu saatlerde bu yaz aylarında pek ışık yakan yok) yine de orucun erken açıldığı görülür.
Demek ki tuttuğumuz oruçları kendi elimizle bozuyoruz !
Oruç tutan arkadaşlarımı hep uyarmışımdır bu konuda. Tuttuğunuz oruçları bozuyorsunuz, dolayısıyla oruç tutmamış gibi oluyorsunuz dediğimde bana hep yukarıda bahsettiğim gibi bir sen mi biliyorsun bunu; koca diyanette binlerce adam var hergün kuran okuyan, onlar görmüyor da bir sen mi görüyorsun (görmedikleri çok şey var, onlardan da bahsedicez); herkes mi yanlış yapıyor vb gibi savunmaya geçiyorlar.
Bu aşamadan sonra tabi ki yapacak bir şey yok. Artık Allah'ın merhametine sığınmaları lazım. Haksızsam sorun yok ama haklıysam Allah'ın ne karar vereceğini ancak ahirette göreceğiz. Bakalım, kulum niyet etmiş, dayanmış, tutmuş deyip orucu geçerli mi sayacak yoksa kuranda çok sıkça bahsettiği "onlar aklını hiç çalıştırmaz mı" veya "hiç araştırmaz mı" benzeri uyarıları bize hatırlatıp geçersiz mi sayacak.
Ramazanla ilgili yazmaya devam edeceğiz
Topluluklara uyup bireysel sorumluluğu üzerinden atmanın psikolojisine daha önceden değinmiştik. Din, bu durumun en açık şekilde yaşandığı konulardan biri. Dinine laf attı diye adam öldüren fanatikten tutun da ibadet etmeyen, sadece inanan en hafif müslümanına kadar kimse Kuran'ı dahi okumamış, bizi şaşırtıp okumuş olanlarsa onu anlamak için hiç çaba göstermemişlerdir. Bu durum dinde ruhban sınıfının oluşmasına sebebiyet vermiş, diyanet ve benzeri kurumlardaki din bilginleri denilen kişilerin ağızlarından çıkanları uygulayan bir toplum yaratmış. Yaptığının yanlış olduğunu hissettiğinde veya birisi ona gerçeği söylediğinde de bu kadar insan yanlış mı yapıyor diyerek topu bu sefer kalabalık olmanın gücüne atıp rahatlıyor.
Dolayısıyla hacı-hoca tayfasına çok kızamıyoruz. Onları bu tembel toplum besliyor. Bu üşengen, bu sorumluluktan korkan insanlarca oluşan toplum bir günah keçisi aramış ve zaten buna yer arayan ve her dinde var olan bu iktidar olma heveslisi dini liderlerce yönetilmeye razı olmuştur.
Ama acı gerçek o ki, kendimizi kandırabiliriz ama Allah'ı asla.
Oruç için sahura kalkma zorunluluğu olmadığı biliniyordur herhalde. Bu bir seçenektir ama yüzyıllardır zorunluluk gibi yaşanmaktadır. Sahura kalkmışken namaz gibi ibadet de yapılıyorsa bu durumun dinen faydalı olduğu söylenebilir ama aksi halde uykunun bölünüp yemek yenilmesi ve tekrar yatılmasının faydalı mı zararlı mı olduğunu bilim adamları biraz araştırmalı.
Asıl işin kötü tarafı iftar vaktinde. Oruç, siyah iplik beyaz iplikten ayrılınca başlıyor. Bu andan itibaren yemek, içmek yasak. Orucun açıldığı saat ise gecenin/akşamın çöktüğü an. Kuran burada yine siyah iplik beyaz iplik örneği vermiyor ama bu örnek hem sabahı hem akşamı açıklar. Yani orucun siyah iplik beyaz iplikten ayrılamadığı yani artık karanlığın çöktüğü anda açılması lazım.
Peki öyle mi yapıyoruz ? Hayır.
Orucumuzu daha hava aydınlıkken açıyoruz. İftar vakti gökyüzüne bakarsanız havanın hala aydınlık olduğunu görürsünüz. Bu aydınlığın birazının şehrin ışıklarından olduğunu varsaysak bile (ki bu saatlerde bu yaz aylarında pek ışık yakan yok) yine de orucun erken açıldığı görülür.
Demek ki tuttuğumuz oruçları kendi elimizle bozuyoruz !
Oruç tutan arkadaşlarımı hep uyarmışımdır bu konuda. Tuttuğunuz oruçları bozuyorsunuz, dolayısıyla oruç tutmamış gibi oluyorsunuz dediğimde bana hep yukarıda bahsettiğim gibi bir sen mi biliyorsun bunu; koca diyanette binlerce adam var hergün kuran okuyan, onlar görmüyor da bir sen mi görüyorsun (görmedikleri çok şey var, onlardan da bahsedicez); herkes mi yanlış yapıyor vb gibi savunmaya geçiyorlar.
Bu aşamadan sonra tabi ki yapacak bir şey yok. Artık Allah'ın merhametine sığınmaları lazım. Haksızsam sorun yok ama haklıysam Allah'ın ne karar vereceğini ancak ahirette göreceğiz. Bakalım, kulum niyet etmiş, dayanmış, tutmuş deyip orucu geçerli mi sayacak yoksa kuranda çok sıkça bahsettiği "onlar aklını hiç çalıştırmaz mı" veya "hiç araştırmaz mı" benzeri uyarıları bize hatırlatıp geçersiz mi sayacak.
Ramazanla ilgili yazmaya devam edeceğiz
16 Temmuz 2012 Pazartesi
TEMBELLİĞİ YENMENİN YOLU
İşten eve döndüğümde ben de herkes gibi ağır bir yorgunluk hissediyorum. Tek yapmak istediğim şey koltuğa uzanmak oluyor. Yazın sıcak havaların rehaveti, kışın soğukluğu da eklenince adeta eşyaya dönüşüyorum; nefes almayan, hareket etmeyen.
Ama bütün bunlara rağmen yine de spor yapıyorum.
Peki nedir tembelliğimizi yenmenin yolu ? İrade mi ? Evet, biraz lazım ama değil.
Tembelliği/ataleti yenmek üzerine yazılmış yığınca kitap var piyasada. Seminerler var. Tembelliğin nedenlerini analiz edip bu yolla onu çözmeye çalışan bilimsel sayılabilecek yayınlar var. Ben kendi çözümümü bulduğum için ne yazıyorlar okumaya pek gerek duymadım. Ama bu konu üstüne kitap yazdıklarına göre çözümü bulamadıkları belli oluyor. Bulsalardı küçücük bir el kitapçığı yeterli olurdu.
İşin çözümü çok basit. Tek bir cümle ile ifade edilebilir :
DÜŞÜNME, YAP !
Harekete geçmemizi engelleyen şey düşüncelerimizdir. Bir şeyi ne kadar çok düşünürsek, onu yapmamak için o kadar çok mazeret buluruz. Örneğin ben de her gün eve geldiğimde, spor yapmamak için kendime onlarca mazeret buluyorum. Bu sıcakta spor mu yapılır, çok yorgunum, bugün yapmıyim yarın yaparım, güzel bir film var onu izliyim öyle yaparım vb vb. Mazeretler bitmez. Benim her gün yaptığım şey ise düşünmeyi kesip, hazırlanarak spor salonuna doğru yönelmektir. Düşünmeyi kesmenin yolu kolay. Ya bir şarkı söylersiniz, ya o gün hoşunuza giden veya gitmeyen bir şeyi düşünürsünüz, ya bir şey hayal edersiniz vb. Zaten başka bir şey düşünüp yürümeye başlayıp işe koyulduğunuz anda mazeretler yok olmaya başlıyor. Artık vücut, yapmaya mecbur hissetmeye başlıyor onu. Size teslim oluyor. Adeta, yapayım da kurtulayım diyor.
Sadece spor için değil, her konuda bu böyledir. Yurtdışına çıkıp tüm ülkeleri mi gezmek istiyorsunuz, evinizi mi temizlemeniz lazım, dans kursuna mı yazılmak istediniz, hayatınızda bir değişiklik mi lazım, dağcılık-motor-yüzme vb sporları mı yapmak istiyorsunuz ? Anında beyniniz mazeretler üretmeye başlar. Tek yapmanız gereken düşüncelerinizi bu konudan uzaklaştırıp, gidip gezi turuna / dans veya spor kursuna kaydolmak veya elinize temizlik malzemelerini almaktır. İşi oldu bittiye getirmektir.
Hayatımızla ilgili bir karar verirken en doğru an, en enerjik olduğumuz andır. Tabi onu beklemeye zamanımız varsa. Hayat enerjidir. Enerji harcamadan hiçbir şey yapamayacağımıza göre yorgun, bitkin olduğumuz anlar yeni bir şeye başlamak için uygun karar verme anları değildir. Kendimizi en neşeli, en mutlu hissettiğimiz anda karar verirsek daima ileriye adım atan insanlar oluruz.
Bir kere kararı verdikten sonra onu nasıl uygulayacağımızı biliyoruz artık. Düşünmeyip yapmak. Dediğimiz gibi iradenin bunda çok payı yok. Eğer bu yöntemi deneyip hala olmuyorsa ve kendinize olmayışının nedenlerini sayıyorsanız düşünmeye devam ediyorsunuz demektir.
Atalarımız boşu boşuna "düşün düşün çoktur işin" dememiş.
Düşünmekle hiçbir şey değişmez. Şimdi hareket zamanı
Ama bütün bunlara rağmen yine de spor yapıyorum.
Peki nedir tembelliğimizi yenmenin yolu ? İrade mi ? Evet, biraz lazım ama değil.
Tembelliği/ataleti yenmek üzerine yazılmış yığınca kitap var piyasada. Seminerler var. Tembelliğin nedenlerini analiz edip bu yolla onu çözmeye çalışan bilimsel sayılabilecek yayınlar var. Ben kendi çözümümü bulduğum için ne yazıyorlar okumaya pek gerek duymadım. Ama bu konu üstüne kitap yazdıklarına göre çözümü bulamadıkları belli oluyor. Bulsalardı küçücük bir el kitapçığı yeterli olurdu.
İşin çözümü çok basit. Tek bir cümle ile ifade edilebilir :
DÜŞÜNME, YAP !
Harekete geçmemizi engelleyen şey düşüncelerimizdir. Bir şeyi ne kadar çok düşünürsek, onu yapmamak için o kadar çok mazeret buluruz. Örneğin ben de her gün eve geldiğimde, spor yapmamak için kendime onlarca mazeret buluyorum. Bu sıcakta spor mu yapılır, çok yorgunum, bugün yapmıyim yarın yaparım, güzel bir film var onu izliyim öyle yaparım vb vb. Mazeretler bitmez. Benim her gün yaptığım şey ise düşünmeyi kesip, hazırlanarak spor salonuna doğru yönelmektir. Düşünmeyi kesmenin yolu kolay. Ya bir şarkı söylersiniz, ya o gün hoşunuza giden veya gitmeyen bir şeyi düşünürsünüz, ya bir şey hayal edersiniz vb. Zaten başka bir şey düşünüp yürümeye başlayıp işe koyulduğunuz anda mazeretler yok olmaya başlıyor. Artık vücut, yapmaya mecbur hissetmeye başlıyor onu. Size teslim oluyor. Adeta, yapayım da kurtulayım diyor.
Sadece spor için değil, her konuda bu böyledir. Yurtdışına çıkıp tüm ülkeleri mi gezmek istiyorsunuz, evinizi mi temizlemeniz lazım, dans kursuna mı yazılmak istediniz, hayatınızda bir değişiklik mi lazım, dağcılık-motor-yüzme vb sporları mı yapmak istiyorsunuz ? Anında beyniniz mazeretler üretmeye başlar. Tek yapmanız gereken düşüncelerinizi bu konudan uzaklaştırıp, gidip gezi turuna / dans veya spor kursuna kaydolmak veya elinize temizlik malzemelerini almaktır. İşi oldu bittiye getirmektir.
Hayatımızla ilgili bir karar verirken en doğru an, en enerjik olduğumuz andır. Tabi onu beklemeye zamanımız varsa. Hayat enerjidir. Enerji harcamadan hiçbir şey yapamayacağımıza göre yorgun, bitkin olduğumuz anlar yeni bir şeye başlamak için uygun karar verme anları değildir. Kendimizi en neşeli, en mutlu hissettiğimiz anda karar verirsek daima ileriye adım atan insanlar oluruz.
Bir kere kararı verdikten sonra onu nasıl uygulayacağımızı biliyoruz artık. Düşünmeyip yapmak. Dediğimiz gibi iradenin bunda çok payı yok. Eğer bu yöntemi deneyip hala olmuyorsa ve kendinize olmayışının nedenlerini sayıyorsanız düşünmeye devam ediyorsunuz demektir.
Atalarımız boşu boşuna "düşün düşün çoktur işin" dememiş.
Düşünmekle hiçbir şey değişmez. Şimdi hareket zamanı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)