1938'den 1950'ye kadar süren İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığındaki Türkiye siyaseti, hem dindarlarca hem de bazı Atatürkçülerce eleştirilir. Dindarların bir kısmının eleştirme nedeni, Atatürk'e doğrudan laf atamamaları, önce İnönü'den başlayıp, alıştıra alıştıra Atatürk dönemine gelmek istemeleri. Bunlara karşı çıkan Atatürkçüler ise yine Kemalist reflekslerce (Atatürkçü mü Kemalist mi yazımıza bakılabilir), olmaz öyle şey deyip İnönü dönemini pir-ü pak ilan ederler.
Sırf dindarlar eleştirmesin diye gerçekleri görmezden gelecek değiliz.
Atatürk devrimlerinden, ilkelerinden uzaklaşma, 1950 yılında Demokrat parti dönemi ile başlamaz. İnönü dönemi ile başlar. Biz burada bu büyük dönüşümün en önemli adımından bahsedeceğiz.
Bugün Türkiye, Erdoğan hükümetinin elinde kıvranıyorsa, nedeni İnönüdür.
80 ihtilali ile devlet, dindar nesil yetiştirdi ve devlet kademelerine yerleştirdiyse, nedeni İnönüdür.
Bugün Türkiye, darbelerden geçmişse, nedeni İnönüdür.
İnönüdür, çünkü, bütün bu işleri planlayan Amerika'yı bu topraklara sokan kişi İnönü'dür.
Emperyalizme direnebilmek için Sovyetler ile dost olmayı zaruri sayan Atatürk dönemi Türkiyesinden, ikinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında, Sovyetler ile papaz olan İsmet İnönü Türkiyesine geçilmiştir çünkü.
Buna bir de Sovyetlerin ikinci dünya savaşından süper güç olarak çıkması eklenince, tırım tırım tırsan İnönü, çareyi, batıya entegre olmakta, daha doğrusu sömürge olmakta arar. Yedi düvele karşı verdiği kurtuluş savaşı destanı ile kurulan Türkiye, çok geçmeden Sovyet korkusu ile yaşamaya başlar.
Ve Türkiye belki de tarihte görülmemiş bir şey yapar.
Amerikanın ve Avrupa'nın kapısını çalıp, bizi sömürmeleri için adeta yalvarır. Her oluşumlarına bizi almalarını ister. Ülkenin kapıları, kendilerine ardına kadar açıktır. Yeter ki Türkiyeye "üs" kurup, bu toprakların Amerika'nın himayesinde olduğunu Sovyetlere ima etsinler.
Türkiye, yeni kurulan Dünya Bankasından ve diğer Amerikan kaynaklarından, hiç ihtiyacı olmadığı halde borç almaya çalışır. Maksat onlarla bir şekilde işbirliği içerisine girmektir. Türk yetkililer Amerikada, borçlanmak için kapı kapı dolaşır. Ekonomiyi onların ellerine teslim etmeye hazır bir Türkiye vardır artık.
Türkiye, Amerika'nın yakasına yapışmıştır. Türkiye ile o zamanlar pek ilgilenmeyen Amerika'ya, Türkiyenin ne kadar stratejik öneme sahip olduğu anlatılır. Amerika bu ülkeyi sahipsiz bırakmamalıdır. Adeta zorla Amerikayı Türkiyeye sokar. Böylece Truman doktrini ve Marshall planlarının uygulamaya konulması ile Türkiye amacına da ulaşır.
Ve böylece utanç verici, onur kırıcı ikili anlaşmalar imzalanmaya başlanır Türkiye ile Amerika arasında. Artık Amerika, ekonomiden, siyasete, eğitimden askeriyeye kadar her konuda söz söylemeye yetkili kılınır. Memleketi Amerikalı danışmanlar doldurmaya başlar.
1950 yılından sonra iktidara gelen Demokrat parti, aslında bu politikaların devamını sağlamıştır sadece.
Tarihi bilmeden, sadece ideolojik sloganlarla yorum yapmak sevdiğimiz bir huydur. Dinciler de o dönemi eleştirirken bu konuları hiç açmazlar. Neticede ekmek yedikleri tekneyi hedef yapmak istemezler. İnönü dönemini savunan Atatürkçüler ise zaten bunları bilmez.
Peki İnönü, Emre Kongar gibi bazı bilim adamlarının söylediği gibi demokrasi kahramanı değil miydi ? İktidarını kendi isteği ile bırakmamış mıdır ?
Bunlardan da diğer yazımızda bahsedeceğiz.
26 Aralık 2013 Perşembe
1 Aralık 2013 Pazar
ZÜLKARNEYN - 3 : DROPA DİSKLER
Dropa diskler, saklı tutulmaya çalışılan, gizlenen ve üzerinde konuşulmayan en ilginç arkeolojik bulgulardan biridir.
Bu diskler Çin ve Tibet arasındaki dağlık bir bölgede 1938 yılında rastlantı eseri bulundu.
Taştan yapılmış bu disklerin, ortaları delik, üzerlerinde de nerdeyse mikroskobik boyutta, bilinmeyen bir dille yazılmış yazılar vardı; ki bu yazılar ancak 1962 yılında çözülebildi.
Bu taşlar 12 bin yıllıktı. Bilinen en eski yazıların Sümerlere ait olduğu sanılır ama onların yaşı da ancak MÖ 3000'lere kadar gider.
Disklerin üzerindeki yazılar, Dropa adlı uzaydan gelen canlıları anlatıyordu. Bu yazılara bakılırsa, uzay gemileri ile gelen bu canlılar kaza yapmıştı ve gemileri hasara uğramıştı. İçindekiler de mağaralara saklanmıştı. Yakınlardaki mağaralarda yaşayan Ham kabilesi, onların barışçıl niyetlerine rağmen, belki de korkudan, bazılarını öldürmüştü. Gemileri tamir edilemeyecek düzeyde olduğundan kendi ülkelerine gitme imkanları da artık yoktu. Dünyaya hapsolmuşlardı.
Evet dropa diskler bu şekilde uzaydan ışık saçan gemilerle gelen ve kaza yaptıkları için dünyaya hapsolan canlılardan bahsediyordu. 12bin yıl önce yapılmış taştan disklere yazılmıştı bu olaylar. O taştan diskler ise, kobalt ve benzeri sert mineraller içeriyordu. O zamanda böylesi sert taşlara miniminnacık yazıların nasıl yazıldığı da ayrı bir muamma.
Bununla da kalınmadı. Rus bilim adamı Zaitsev, taşlarda bir salınım ritmi yakaladı. Sanki bir zamanlar bu taşlar elektrik yükü ile yüklüymüş gibi. Bunun ne olduğu, neye yaradığı anlaşılamadı ama neyse ki biz, başka bir kaynak sayesinde, hem de Zaitsev'in bulgusundan önce yazılmış bir kitap sayesinde, cevapları biliyoruz.
Dropa diskler özellikle insanlıktan saklanıyor. Birileri nedense gerçekleri kaldıramayacağımızı sanıyor. Bu nedenle, bulunan dropa diskler bile sonradan ortadan kaldırılmıştır. Bay X olmasaydı doğrusu benim de haberim olmayacaktı bu taşlardan. Çünkü netten arayınca siz de göreceksiniz ki çok çok az kaynak var bu konuda ve netteki yazıların hemen hepsi aynı çevirilerden alınma.
Peki Zülkarneyn ile dropa disklerin ilişki ne ?
Bu bağlantıyı bize Bay X anlatacak. Ama bu anlatı oldukça fantastik gelecek. Zira kendisi de bu yorum için belge veya kanıt sorulursa hiçbir şey sunamayacağını, isteyenin inanıp isteyenin inanmayacağını söylemekle yetiniyor.
Ayrıca Bay X'den farklı bir kaynağa başvurarak, dropa adını kullanmadan bu disklerle ilgili gizli bilgileri anlatan bir kitaptan alıntılar yapacağız. Ve bu sayede disklerdeki elektrik ve manyetik alanın ne işe yaradığını ve dropa disklerin neden ve kimlerce saklandığını, kaynağından öğreneceğiz.
Bu diskler Çin ve Tibet arasındaki dağlık bir bölgede 1938 yılında rastlantı eseri bulundu.
Taştan yapılmış bu disklerin, ortaları delik, üzerlerinde de nerdeyse mikroskobik boyutta, bilinmeyen bir dille yazılmış yazılar vardı; ki bu yazılar ancak 1962 yılında çözülebildi.
Bu taşlar 12 bin yıllıktı. Bilinen en eski yazıların Sümerlere ait olduğu sanılır ama onların yaşı da ancak MÖ 3000'lere kadar gider.
Disklerin üzerindeki yazılar, Dropa adlı uzaydan gelen canlıları anlatıyordu. Bu yazılara bakılırsa, uzay gemileri ile gelen bu canlılar kaza yapmıştı ve gemileri hasara uğramıştı. İçindekiler de mağaralara saklanmıştı. Yakınlardaki mağaralarda yaşayan Ham kabilesi, onların barışçıl niyetlerine rağmen, belki de korkudan, bazılarını öldürmüştü. Gemileri tamir edilemeyecek düzeyde olduğundan kendi ülkelerine gitme imkanları da artık yoktu. Dünyaya hapsolmuşlardı.
Evet dropa diskler bu şekilde uzaydan ışık saçan gemilerle gelen ve kaza yaptıkları için dünyaya hapsolan canlılardan bahsediyordu. 12bin yıl önce yapılmış taştan disklere yazılmıştı bu olaylar. O taştan diskler ise, kobalt ve benzeri sert mineraller içeriyordu. O zamanda böylesi sert taşlara miniminnacık yazıların nasıl yazıldığı da ayrı bir muamma.
Bununla da kalınmadı. Rus bilim adamı Zaitsev, taşlarda bir salınım ritmi yakaladı. Sanki bir zamanlar bu taşlar elektrik yükü ile yüklüymüş gibi. Bunun ne olduğu, neye yaradığı anlaşılamadı ama neyse ki biz, başka bir kaynak sayesinde, hem de Zaitsev'in bulgusundan önce yazılmış bir kitap sayesinde, cevapları biliyoruz.
Dropa diskler özellikle insanlıktan saklanıyor. Birileri nedense gerçekleri kaldıramayacağımızı sanıyor. Bu nedenle, bulunan dropa diskler bile sonradan ortadan kaldırılmıştır. Bay X olmasaydı doğrusu benim de haberim olmayacaktı bu taşlardan. Çünkü netten arayınca siz de göreceksiniz ki çok çok az kaynak var bu konuda ve netteki yazıların hemen hepsi aynı çevirilerden alınma.
Peki Zülkarneyn ile dropa disklerin ilişki ne ?
Bu bağlantıyı bize Bay X anlatacak. Ama bu anlatı oldukça fantastik gelecek. Zira kendisi de bu yorum için belge veya kanıt sorulursa hiçbir şey sunamayacağını, isteyenin inanıp isteyenin inanmayacağını söylemekle yetiniyor.
Ayrıca Bay X'den farklı bir kaynağa başvurarak, dropa adını kullanmadan bu disklerle ilgili gizli bilgileri anlatan bir kitaptan alıntılar yapacağız. Ve bu sayede disklerdeki elektrik ve manyetik alanın ne işe yaradığını ve dropa disklerin neden ve kimlerce saklandığını, kaynağından öğreneceğiz.
18 Kasım 2013 Pazartesi
KÜRT SORUNU - 1 (KÜRTLER)
Günümüzde insanların övünç duyduğu konuların başında ırk geliyor. Aslında çok ilginç bir psikolojidir bu. Kendi emeği, alın teri, düşüncesi ile üretmiş olmadığı bir şeyden övünç duymak, incelenmesi gereken bir duygu. Nihayetinde ırkımızı kendimiz seçemeyiz. Bir ırkı hakir görürken, aslında küçük gördüğümüz o ırktan da doğabilme ihtimalini düşünmeyiz veya düşünüp, üstün ırka ait olduğumuz için Tanrının bizi kutsadığına, dolayısıyla önemli şahıslar olduğumuza inanırız.
Bu bile, ırk konusundaki övünmenin altında nasıl bir psikoloji yattığını gösteriyor. İnsanın zayıflığından kaynaklanan bir psikoloji.
Irk meselesi, Kürt sorunu ile gündemimize geldi. Yıllarca bunu Kürt sorunu olarak ifade etmekten bile kaçındık (ki bence de Kürt sorunu olmamalı bu işin adı, ama farklı bir nedenle). Herkesin Türk ismi altında çok mutlu olduğuna veya olması gerektiğine inandık.
Aslında sorun Türklerde değil yalnızca. Bu topraklarda yaşayan herkeste. Örneğin bugün Kürtler, Türkler tarafından baskı gördüklerini, asimile edildiklerini, kültürlerini, dillerini yaşayamadıklarını söylerler ama ellerine fırsat geçtiği zaman aynı baskıları başkalarına yapmaktan çekinmezler.
Küçüklüğümden beri gördüğüm bir sahnedir bu. Ne zaman ki bir Zaza çıkıp, biz Kürt değiliz, ayrı bir ırkız der; siyasal Kürt hareketine mensup olanlar hemen atılır. Hayır öyle bir şey yok, Zaza'lar da Kürttür, devlet sizi asimile ettiğinden, beyninizi yıkadığından böyle düşünüyorsunuz diye çıkışırlar. Yani insanların kendilerini istedikleri gibi tarif etmesini kabul etmezler. İsterler ki, doğu ve güneydoğudaki tüm farklı ırklar, kendilerini Kürt veya Kürt'ten gelme olarak tanımlasınlar. Aksini söyleyen ya Türk ajanıdır yada Türk propagandası altında asimile olmuştur.
Bu tartışmaları merak edenler, youtubeda herhangi bir Zaza türküsünün altına, Kürtlerin nasıl yorum yaptıklarına bakabilirler.
Görüldüğü gibi Türk'ün Kürt'e yaptığını, eline fırsat geçtiğinde Siyasal Kürtler de sayıca daha az olan diğer ırklara yapmaktadır.
Hal böyle olunca siyasal Kürtlerin dertlerinin demokrasi olmadığı, ellerine güç geçerse, diğer ırkları kültürel olarak ezecekleri ortadadır.
Bir diğer husus da Kürtlerin demokrasiyi bu kadar dillerine dolamalarına rağmen, aslında demokratik olmadıkları gerçeğidir. Ki bu da Kürtlerin değil, bu topraklarda yaşayan herkesin sorunudur. Kürtler ezildikleri için demokrasiye sarılmışlardır ama örneğin aile içinde, aşiret (!) içinde hiç de demokratik olmayan uygulamalar hala geçerlidir. Demokrasi, kendinden güçsüze nasıl davrandığın ile ölçülür. Bu ölçüyü Kürtlere de uyguladığımızda Türklerdeki gibi pek de samimi olmayan sonuçlar ortaya çıkar.
Ayrıca sabah akşam Türk de Türk diyen, başka bir şey demeyen MHP gibi bir parti ile, sabah akşam Kürt de Kürt diyen bir Kürt partisi (sürekli kapatıldıklarından isim yazamıyorum) arasında bir fark da yok. İkisi de ırkçı bir partidir.
Fakat bu gerçekler, diğer bir gerçeği, yani yıllardır Kürt kimliğinin ezildiği gerçeğini değiştirmez.
Ama tartışmaya Kürt meselesi diye de bakılamaz. Çünkü ezilenler sadece Kürtler değildir. Olayı sadece Kürtlere indirgemek, diğer ırklardan halklara haksızlık yapmak demektir. Kürtler sayıca çok oldukları ve daha iyi örgütlendikleri için bugün ön plandadırlar ama demokrasinin gereği, tartışmaya Kürt sorunu olarak bakmamayı gerektirir.
Sadece bir ırkın isteklerini gerçekleştirmeye çalışmak, onların ismini anayasada Türk isminin yanına koymak, demokrasimizi güçlendirmez. Tam tersine, daha önceden Türk adı altında yapılan baskıları, Türk ve Kürt adı altında yapmayı yasal hale getirir.
Çünkü önemli olan bir ırkın talepleri, hakları değildir; bir kişi dahi olsa o insanın haklarıdır.
Devam edeceğiz...
Bu bile, ırk konusundaki övünmenin altında nasıl bir psikoloji yattığını gösteriyor. İnsanın zayıflığından kaynaklanan bir psikoloji.
Irk meselesi, Kürt sorunu ile gündemimize geldi. Yıllarca bunu Kürt sorunu olarak ifade etmekten bile kaçındık (ki bence de Kürt sorunu olmamalı bu işin adı, ama farklı bir nedenle). Herkesin Türk ismi altında çok mutlu olduğuna veya olması gerektiğine inandık.
Aslında sorun Türklerde değil yalnızca. Bu topraklarda yaşayan herkeste. Örneğin bugün Kürtler, Türkler tarafından baskı gördüklerini, asimile edildiklerini, kültürlerini, dillerini yaşayamadıklarını söylerler ama ellerine fırsat geçtiği zaman aynı baskıları başkalarına yapmaktan çekinmezler.
Küçüklüğümden beri gördüğüm bir sahnedir bu. Ne zaman ki bir Zaza çıkıp, biz Kürt değiliz, ayrı bir ırkız der; siyasal Kürt hareketine mensup olanlar hemen atılır. Hayır öyle bir şey yok, Zaza'lar da Kürttür, devlet sizi asimile ettiğinden, beyninizi yıkadığından böyle düşünüyorsunuz diye çıkışırlar. Yani insanların kendilerini istedikleri gibi tarif etmesini kabul etmezler. İsterler ki, doğu ve güneydoğudaki tüm farklı ırklar, kendilerini Kürt veya Kürt'ten gelme olarak tanımlasınlar. Aksini söyleyen ya Türk ajanıdır yada Türk propagandası altında asimile olmuştur.
Bu tartışmaları merak edenler, youtubeda herhangi bir Zaza türküsünün altına, Kürtlerin nasıl yorum yaptıklarına bakabilirler.
Görüldüğü gibi Türk'ün Kürt'e yaptığını, eline fırsat geçtiğinde Siyasal Kürtler de sayıca daha az olan diğer ırklara yapmaktadır.
Hal böyle olunca siyasal Kürtlerin dertlerinin demokrasi olmadığı, ellerine güç geçerse, diğer ırkları kültürel olarak ezecekleri ortadadır.
Bir diğer husus da Kürtlerin demokrasiyi bu kadar dillerine dolamalarına rağmen, aslında demokratik olmadıkları gerçeğidir. Ki bu da Kürtlerin değil, bu topraklarda yaşayan herkesin sorunudur. Kürtler ezildikleri için demokrasiye sarılmışlardır ama örneğin aile içinde, aşiret (!) içinde hiç de demokratik olmayan uygulamalar hala geçerlidir. Demokrasi, kendinden güçsüze nasıl davrandığın ile ölçülür. Bu ölçüyü Kürtlere de uyguladığımızda Türklerdeki gibi pek de samimi olmayan sonuçlar ortaya çıkar.
Ayrıca sabah akşam Türk de Türk diyen, başka bir şey demeyen MHP gibi bir parti ile, sabah akşam Kürt de Kürt diyen bir Kürt partisi (sürekli kapatıldıklarından isim yazamıyorum) arasında bir fark da yok. İkisi de ırkçı bir partidir.
Fakat bu gerçekler, diğer bir gerçeği, yani yıllardır Kürt kimliğinin ezildiği gerçeğini değiştirmez.
Ama tartışmaya Kürt meselesi diye de bakılamaz. Çünkü ezilenler sadece Kürtler değildir. Olayı sadece Kürtlere indirgemek, diğer ırklardan halklara haksızlık yapmak demektir. Kürtler sayıca çok oldukları ve daha iyi örgütlendikleri için bugün ön plandadırlar ama demokrasinin gereği, tartışmaya Kürt sorunu olarak bakmamayı gerektirir.
Sadece bir ırkın isteklerini gerçekleştirmeye çalışmak, onların ismini anayasada Türk isminin yanına koymak, demokrasimizi güçlendirmez. Tam tersine, daha önceden Türk adı altında yapılan baskıları, Türk ve Kürt adı altında yapmayı yasal hale getirir.
Çünkü önemli olan bir ırkın talepleri, hakları değildir; bir kişi dahi olsa o insanın haklarıdır.
Devam edeceğiz...
10 Kasım 2013 Pazar
MUSTAFA - 1
Can Dündar, Mustafa belgeselini yaptığında, Atatürkçü mü Kemalist mi yazımızda çerçevesini çizmeye çalıştığımız Kemalistlerden büyük tepki çekmişti. Özellikle medyada yer alan bu eleştirilere göre Can Dündar, Atatürkü ayyaş olarak göstermeye çalışmışmış. Medyanın gazına gelen bazı Atatürkçü-Kemalistler de daha belgeseli bile doğru düzgün izlemeden aynı söyleme gecikmeden katıldılar.
Yabancı değil bu tepkiler. İlk defa da olmuyor. Ne zaman bir "kutsal"ı anlatmaya çalışsanız, hemen o kutsalın taraftarlarınca tepki görmeye mahkumsunuzdur. Çünkü değişmez kuraldır. Her kim, bir kişiyi kutsallık seviyesine çıkarıp, her türlü eleştiriden uzak tutar, o kişinin yaptığı her şeye mantıklı açıklamalar getirmeye çalışır, o kişi, o kutsaldan o kadar uzaklaşır.
Bunu sadece Atatürk örneğinde görmüyoruz. Dindarlarda da çok sık görülen bir tepkidir. Hadi dini değerleri bırakın, bazıları Osmanlıya, padişahlara bile laf söyletmezler. O padişahlar ki, ne içkileri vardır, ne kadın düşkünlükleri. Allah'ın özenle yarattığı kullardır adeta. Yüksek ahlak timsalidirler. Harem dersiniz, hemen bin tane açıklama yaparlar; içki eğlence dersiniz, hemen öyle değil derler; taht için çocuklar öldürülmüş dersiniz, o iş öyle değil derler.
Atatürk'e toz kondurmayan Kemalistler ile, Osmanlıya toz kondurmayanlarin benzerlikleri asikar.
Büyük insanlar, eleştirilse de övülse de değişmeyecek şekilde tarihteki önemli yerlerini alırlar. Onların, kimsenin savunmasına ihtiyaçları yoktur. Çünkü yaptıkları doğru işler, tarihin terazisinde mutlaka ağırlığını gösterir. Bu nedenle Atatürk de yaşantısını gizleme gereğini hiç duymamıştır. Bugünkü bazı savunucuları, onu gizlemeye çalışsa da.
Mustafa belgeselinde bırakın Atatürk'ü ayyaş gibi göstermeyi, onun özellikle rakıyla ilişkisine doğru düzgün vurgu bile yok. Oysa ki çok içen biriydi. Ne zamandır ayıp olduysa bu, hayır o kadar içmezdi şeklinde savunmalar yapılıyor nerdeyse. Atatürk sigarayı da severdi ve onu da normalden çok içerdi. Hatta belgeselde hiç bahsedilmemiş bir iki özelliğini de ben ekleyeyim. Atatürk pek çok kadınla da yatmıştır. Gençliğinde hayat kadınlarına uğramışlığı da vardır. Ve yine pek söylenmeyen bir şey var ki, mevzubahis Atatürk'ün kafasındaki idealler olduğunda, pek de vicdanlı bir insan olmadığı, kan dökmekten çekinmediğidir.
Önemli insanların özel hayatı maalesef olmaz ama onları eleştirenlerin de savunanların da unutmaması gereken bir şey var ki, bu önemli insanların ahlak timsali olmak gibi bir dertlerinin olmadığıdır.
Atatük'ün yaptıklarını yıkamayacaklarını anlayanlar, özel hayatını kullanarak onu yıpratmak istiyorlar. Ama onların her dediğine savunma yapmaya çalışmak, onların ekmeğine yağ sürmektir çünkü en azından bu konuda, gerçeği çarpıtanlar Kemal'i savunmaya çalışanlardır.
Atatürk'ün ne yeyip ne içtiğinden ziyade, onu kimlerin öldürdüğünün tartışılması dileği ile.
Ne ilginçtir ki, onun öldürülmüş olabileceğine dair ilk bilgiyi Can Dündar'ın bir belgeselinden öğrenmiştim.
Yabancı değil bu tepkiler. İlk defa da olmuyor. Ne zaman bir "kutsal"ı anlatmaya çalışsanız, hemen o kutsalın taraftarlarınca tepki görmeye mahkumsunuzdur. Çünkü değişmez kuraldır. Her kim, bir kişiyi kutsallık seviyesine çıkarıp, her türlü eleştiriden uzak tutar, o kişinin yaptığı her şeye mantıklı açıklamalar getirmeye çalışır, o kişi, o kutsaldan o kadar uzaklaşır.
Bunu sadece Atatürk örneğinde görmüyoruz. Dindarlarda da çok sık görülen bir tepkidir. Hadi dini değerleri bırakın, bazıları Osmanlıya, padişahlara bile laf söyletmezler. O padişahlar ki, ne içkileri vardır, ne kadın düşkünlükleri. Allah'ın özenle yarattığı kullardır adeta. Yüksek ahlak timsalidirler. Harem dersiniz, hemen bin tane açıklama yaparlar; içki eğlence dersiniz, hemen öyle değil derler; taht için çocuklar öldürülmüş dersiniz, o iş öyle değil derler.
Atatürk'e toz kondurmayan Kemalistler ile, Osmanlıya toz kondurmayanlarin benzerlikleri asikar.
Büyük insanlar, eleştirilse de övülse de değişmeyecek şekilde tarihteki önemli yerlerini alırlar. Onların, kimsenin savunmasına ihtiyaçları yoktur. Çünkü yaptıkları doğru işler, tarihin terazisinde mutlaka ağırlığını gösterir. Bu nedenle Atatürk de yaşantısını gizleme gereğini hiç duymamıştır. Bugünkü bazı savunucuları, onu gizlemeye çalışsa da.
Mustafa belgeselinde bırakın Atatürk'ü ayyaş gibi göstermeyi, onun özellikle rakıyla ilişkisine doğru düzgün vurgu bile yok. Oysa ki çok içen biriydi. Ne zamandır ayıp olduysa bu, hayır o kadar içmezdi şeklinde savunmalar yapılıyor nerdeyse. Atatürk sigarayı da severdi ve onu da normalden çok içerdi. Hatta belgeselde hiç bahsedilmemiş bir iki özelliğini de ben ekleyeyim. Atatürk pek çok kadınla da yatmıştır. Gençliğinde hayat kadınlarına uğramışlığı da vardır. Ve yine pek söylenmeyen bir şey var ki, mevzubahis Atatürk'ün kafasındaki idealler olduğunda, pek de vicdanlı bir insan olmadığı, kan dökmekten çekinmediğidir.
Önemli insanların özel hayatı maalesef olmaz ama onları eleştirenlerin de savunanların da unutmaması gereken bir şey var ki, bu önemli insanların ahlak timsali olmak gibi bir dertlerinin olmadığıdır.
Atatük'ün yaptıklarını yıkamayacaklarını anlayanlar, özel hayatını kullanarak onu yıpratmak istiyorlar. Ama onların her dediğine savunma yapmaya çalışmak, onların ekmeğine yağ sürmektir çünkü en azından bu konuda, gerçeği çarpıtanlar Kemal'i savunmaya çalışanlardır.
Atatürk'ün ne yeyip ne içtiğinden ziyade, onu kimlerin öldürdüğünün tartışılması dileği ile.
Ne ilginçtir ki, onun öldürülmüş olabileceğine dair ilk bilgiyi Can Dündar'ın bir belgeselinden öğrenmiştim.
7 Kasım 2013 Perşembe
ATATÜRKÇÜ MÜ KEMALİST Mİ
Kimilerine göre Atatürkçülük ile Kemalizm arasında bir fark yoktur. Aynı düşünceyi ve ideolojiyi anlatan iki farklı kavramdır.
Fakat uygulamada görülen farklılıklar, bizi bu iki kavramı ayırmaya ve Atatürk'ün düşüncelerini savunduğunu söyleyip aslında ondan uzaklaşanların durumlarına bir isim vermeye zorluyor. Ve bunların ekseriyeti kendini Kemalist diye tanımladığı için biz de Atatürkçülükten uzaklaşanlara Kemalist diyeceğiz. Kendine Atatürkçü diyenler arasında da bahsedeceğimiz anlayışta insanlar var ama biz kişilerin, kendilerini nasıl tanımladığına değil nasıl hareket ettiklerine bakıyoruz.
Peki nedir Kemalistler ile Atatürkçülerin farkları?
Kemalizmin en belirgin özelliklerinden biri sert ve keskin oluşudur. Kendini devletin sahibi gibi görüp, geri kalanları kendi kurallarına uymaya zorlar. Uymayan gericidir. Çünkü muasır medeniyetin yolu Kemalizmden geçmektedir. Başka yol yoktur. Bu nedenle karşıt görüştekilerle arasına mesafe koyar. Tepeden bakandır Kemalist. Kendi gibi düşünmeyenle her türlü iletişimi kesmeye hazırdır. Çünkü fanatiktir. Sosyal medyada Akp iktidarı ile sık sık görmeye başladığımız, şu düşüncede olanlar beni arkadaşlıktan çıkarsın yazıları, bunun en tipik örneğidir. Çünkü Kemalist, ötekileştirir.
Oysa Atatürk ne yapmıştı Kurtuluş savaşına çıkarken? Anadoluya gitmişti. Bugün Kemalistin burun kıvırdığı ve Akp'nin oy tabanı olduğu için makarnacı, kömürcü diye küçümsediği Anadolu insanına güvenerek yola çıkmıştı Atatürk. Atatürk Samsun'a çıktığında, seçim yapılsa acaba Anadolu halkı Atatürk'ü mü padişahı mı seçerdi ? Tabi ki padişahın peşinden giderdi. Ama Atatürk, günümüzün Kemalistlerinden farklı düşünen bir insandı.
Kemalist, katı ve değişmez düşüncede olduğu için askerdir. Asker, komutanından emir alan ve onu uygulayan, gerisini pek düşünmeyendir. Kemalistin komutanı da kafasında kurduğu Atatürk'tür. Bu nedenle Mustafa Kemal'in askerleriyiz sloganı, Kemalisti çok güzel özetler. Onun gözünde cumhuriyeti korumak ve kollamak ancak bu şekilde olur. Zaten çağdaşlık da Kemalizmi yaşatmaktan ibarettir. Kemalist'in amacı Atatürk'le ilgili hiçbir şeye toz kondurmamaktır. Bekçidir. Bugün de yarın da. Devrimcilik ilkesini zaten sadece kelime olarak bilir. Hayatında ilk defa yaptığı sokak gösterilerini (gezi olayları) devrim zanneder. Sloganları bilir çünkü. İçeriği dolduramaz.
Kemalist'in cumhuriyetten anladığı şey, 23 Nisan, 19 Mayıs, 10 Kasım vb günlerde Ata'dan bahsedip, onun huzuruna çıkmaktır. Cumhuriyet budur onun gözünde. Dinci kesimin bu törenlere bakıp yaptığı, Atatürk'ün putlaştırılması yorumu aslında hiç de yanlış değildir. Kemalistin gözünde Atatürk artık kutsal biridir. Ona laf bile söylenemez. Atatürk'e karşı yapılan her eleştiriye, o olmasaydı bunları şuan söyleyemezdin'den öteye cevap da veremez zaten. Çünkü kutsallar araştırılmaz, sorgulanmaz. Herkesçe bilinen birkaç bilgiden öteye, kendisi de bilmemektedir Atatürk'ün yaşamını ve yaptıklarını ama bildiğini sanmaktadır.
Kemalist rahatına düşkündür. İster ki, birileri gelsin, her şeyi düzeltsin. Kemalist'in sabah akşam Atatürk demesinin bir nedeni de budur. 90 küsur senedir Atatürk'ü aşamamıştır. Onun yaptığının üstüne bir şeyler de ben koyayım dememiştir. Tembeldir. Bu nedenle oturduğu yerden parti liderlerini, ki bu parti CHP'dir, eleştirir. Baykal şöyledir, Kılıçdaroğlu böyledir, bin tane bahane bulur. Şöyle adamakıllı bir lider yok ki Erdoğan'ın karşısına çıksın diye serzenişte bulunur. Tek istediği oyu o kişiye vermek ve o kişinin de memleketi kurtarmasıdır. Kendisinde bir sorumluluk görmez Kemalist.
Kemalistin aslında siyasetle işi yoktur. O, devletin kurucu düşüncesine ait olduğu için devletin imkanlarından yararlanan ve görece iyi bir hayat seviyesi olan seçkin kişidir. O nedenle tek istediği şey, hayatına karışılmamasıdır. Hayat tarzına müdahale olabileceğini hissettiği an siyasetle ilgilenir. Onun dışında eğlencesine bakar. Örneğin Kemalist, Akp-Refah'tan önce ezilenlerle, faili meçhullerle, asgari ücretle, Amerika'nın nerdeyse sömürgesi olmamızla vb memleket meseleleri ile hiç ilgilenmemiştir. İlgilendiğinde de tek istediği eskiye dönmektir, ileriye gitmek değil. Örneğin bugün Akp'nin, hukuku kendisine bağlamasını eleştirir. Daha önceden hukuk, hükümetlere hiç bağımlı değilmişçesine.
Atatürk bu cumhuriyeti gençlere emanet ederken kafasındaki gençlik muhtemelen bu değildi ama karşı devrimcilerin iktidarda giderek güçlenmesi olumlu bir karşı etkide bulunuyor ülkeye. En azından demokrasi bilincini arttırıyor. Bu da zamanla bu Kemalist anlayışın değişmek zorunda olacağının işaretidir.
Fakat uygulamada görülen farklılıklar, bizi bu iki kavramı ayırmaya ve Atatürk'ün düşüncelerini savunduğunu söyleyip aslında ondan uzaklaşanların durumlarına bir isim vermeye zorluyor. Ve bunların ekseriyeti kendini Kemalist diye tanımladığı için biz de Atatürkçülükten uzaklaşanlara Kemalist diyeceğiz. Kendine Atatürkçü diyenler arasında da bahsedeceğimiz anlayışta insanlar var ama biz kişilerin, kendilerini nasıl tanımladığına değil nasıl hareket ettiklerine bakıyoruz.
Peki nedir Kemalistler ile Atatürkçülerin farkları?
Kemalizmin en belirgin özelliklerinden biri sert ve keskin oluşudur. Kendini devletin sahibi gibi görüp, geri kalanları kendi kurallarına uymaya zorlar. Uymayan gericidir. Çünkü muasır medeniyetin yolu Kemalizmden geçmektedir. Başka yol yoktur. Bu nedenle karşıt görüştekilerle arasına mesafe koyar. Tepeden bakandır Kemalist. Kendi gibi düşünmeyenle her türlü iletişimi kesmeye hazırdır. Çünkü fanatiktir. Sosyal medyada Akp iktidarı ile sık sık görmeye başladığımız, şu düşüncede olanlar beni arkadaşlıktan çıkarsın yazıları, bunun en tipik örneğidir. Çünkü Kemalist, ötekileştirir.
Oysa Atatürk ne yapmıştı Kurtuluş savaşına çıkarken? Anadoluya gitmişti. Bugün Kemalistin burun kıvırdığı ve Akp'nin oy tabanı olduğu için makarnacı, kömürcü diye küçümsediği Anadolu insanına güvenerek yola çıkmıştı Atatürk. Atatürk Samsun'a çıktığında, seçim yapılsa acaba Anadolu halkı Atatürk'ü mü padişahı mı seçerdi ? Tabi ki padişahın peşinden giderdi. Ama Atatürk, günümüzün Kemalistlerinden farklı düşünen bir insandı.
Kemalist, katı ve değişmez düşüncede olduğu için askerdir. Asker, komutanından emir alan ve onu uygulayan, gerisini pek düşünmeyendir. Kemalistin komutanı da kafasında kurduğu Atatürk'tür. Bu nedenle Mustafa Kemal'in askerleriyiz sloganı, Kemalisti çok güzel özetler. Onun gözünde cumhuriyeti korumak ve kollamak ancak bu şekilde olur. Zaten çağdaşlık da Kemalizmi yaşatmaktan ibarettir. Kemalist'in amacı Atatürk'le ilgili hiçbir şeye toz kondurmamaktır. Bekçidir. Bugün de yarın da. Devrimcilik ilkesini zaten sadece kelime olarak bilir. Hayatında ilk defa yaptığı sokak gösterilerini (gezi olayları) devrim zanneder. Sloganları bilir çünkü. İçeriği dolduramaz.
Kemalist'in cumhuriyetten anladığı şey, 23 Nisan, 19 Mayıs, 10 Kasım vb günlerde Ata'dan bahsedip, onun huzuruna çıkmaktır. Cumhuriyet budur onun gözünde. Dinci kesimin bu törenlere bakıp yaptığı, Atatürk'ün putlaştırılması yorumu aslında hiç de yanlış değildir. Kemalistin gözünde Atatürk artık kutsal biridir. Ona laf bile söylenemez. Atatürk'e karşı yapılan her eleştiriye, o olmasaydı bunları şuan söyleyemezdin'den öteye cevap da veremez zaten. Çünkü kutsallar araştırılmaz, sorgulanmaz. Herkesçe bilinen birkaç bilgiden öteye, kendisi de bilmemektedir Atatürk'ün yaşamını ve yaptıklarını ama bildiğini sanmaktadır.
Kemalist rahatına düşkündür. İster ki, birileri gelsin, her şeyi düzeltsin. Kemalist'in sabah akşam Atatürk demesinin bir nedeni de budur. 90 küsur senedir Atatürk'ü aşamamıştır. Onun yaptığının üstüne bir şeyler de ben koyayım dememiştir. Tembeldir. Bu nedenle oturduğu yerden parti liderlerini, ki bu parti CHP'dir, eleştirir. Baykal şöyledir, Kılıçdaroğlu böyledir, bin tane bahane bulur. Şöyle adamakıllı bir lider yok ki Erdoğan'ın karşısına çıksın diye serzenişte bulunur. Tek istediği oyu o kişiye vermek ve o kişinin de memleketi kurtarmasıdır. Kendisinde bir sorumluluk görmez Kemalist.
Kemalistin aslında siyasetle işi yoktur. O, devletin kurucu düşüncesine ait olduğu için devletin imkanlarından yararlanan ve görece iyi bir hayat seviyesi olan seçkin kişidir. O nedenle tek istediği şey, hayatına karışılmamasıdır. Hayat tarzına müdahale olabileceğini hissettiği an siyasetle ilgilenir. Onun dışında eğlencesine bakar. Örneğin Kemalist, Akp-Refah'tan önce ezilenlerle, faili meçhullerle, asgari ücretle, Amerika'nın nerdeyse sömürgesi olmamızla vb memleket meseleleri ile hiç ilgilenmemiştir. İlgilendiğinde de tek istediği eskiye dönmektir, ileriye gitmek değil. Örneğin bugün Akp'nin, hukuku kendisine bağlamasını eleştirir. Daha önceden hukuk, hükümetlere hiç bağımlı değilmişçesine.
Atatürk bu cumhuriyeti gençlere emanet ederken kafasındaki gençlik muhtemelen bu değildi ama karşı devrimcilerin iktidarda giderek güçlenmesi olumlu bir karşı etkide bulunuyor ülkeye. En azından demokrasi bilincini arttırıyor. Bu da zamanla bu Kemalist anlayışın değişmek zorunda olacağının işaretidir.
9 Ekim 2013 Çarşamba
TÜRBAN SORUNU
Son yılların bitmek tükenmek bilmeyen türban meselesinde de diğer sorunlarda olduğu gibi samimiyetsizlik ve kendine yontma durumları hemen göze çarpıyor. Sorunun asıl kaynağı, başörtüsünden türbana doğru olan değişimin, kendiliğinden olmayıp bilinçli olarak üretilmiş olmasında. Ama konumuz türbanın kaynağı değil. Özellikle 1980'den sonra ortaya çıkan bu sorunun temellerini incelemek yerine belli ilkeler üzerinde duracağız.
İlkeler olmadan tartışmanın yarattığı sorunların en güzel örneği türban ve kürt sorunudur. Türbanı savunanlar, bunun bir inanç özgürlüğü olduğunu söylüyorlar ama tartışma farklı inanç guruplarını içerecek şekilde değil, tek bir kelime üzerinden, türban üzerinden yapılıyor. Aynı şekilde kürt sorununda da farklı kimlikleri içerecek şekilde değil, sadece kürtlerin sorunları üzerinden tartışmalar yapılıyor, anayasa değiştiriliyor.
Bu düşünce yapısının çözüm getirmek gibi bir niyetinin olmadığı, türban olayı için bakarsak, türban üzerinden başka amaçların güdüldüğü rahatlıkla görülebilir.
Türban serbestisini demokrasi gereği olarak gösterenlerin samimiyetini anlamamızı sağlayacak çok güzel iki örnek var önümüzde.
Birincisi, madem bu kadar özgürlük sevdalısıyız, türban takan o kızların kendi istekleri ile mi yoksa aile ve çevre baskısı ile mi türban taktıklarını da sorgulayacak mıyız ? Herkesin bildiği bu gerçeği, aile baskısını önlemek için ne yapacağız ? Bu kızların kaçı yetiştikleri ortamda ben türban takmak istemiyorum diyebilme cesaretini gösterebilir ? Bunu derlerse başlarına ne gelir ? Bunları da tartışmayı düşünüyor musunuz ? Demokrasi aileden başlamaz mı ?
Ayrıca kadına ne kadar saygınız var da onun taktığı türbanın derdine düşmüş durumdasınız ? Türbanı kutsal sayıp onu takan kadını aşağılamak, erkek ile eşit saymamak, dilinizden düşürmediğiniz demokrasinin neresinde yazmaktadır ? Eğer bugün kadınlar çıkıp, biz saçı gözüken erkeklerden acayip etkileniyoruz, tahrik oluyoruz derse, erkeklere de başörtüsü takmayı mı düşünürsünüz yoksa kadınları eve hapsetmeyi mi ? Din, sadece erkekler günah işlemesin diye mi geldi ? Erkeklerin kadınlardan tahrik olmaya hakkı var da kadınların erkeklerden tahrik olmaya hakları yok mu ?
İkinci olarak, bu topraklar üzerinde en uzun süredir eziyet çeken dini topluluk sünni dindarlar veya türban takanlar değildir, Alevilerdir. Yavuz ile şaha kalkan katliamlar cumhuriyetle de devam etmiş ve bu topluluk asırlardır bu topraklarda ibadetlerini bile gizli yapmak zorunda kalmıştır. Alevilerin, Alevi olduklarını korkmadan söylemeleri bile 1990'lı yılları bulur.
Aleviler bugün dahi ibadethanelerini devlete tanıtamazken, dahası bugün dahi katledilirken, hükümetin ve temsil ettiği sünni gurubun mağduruz da mağduruz edebiyatı yapmaları ne kadar gerçekçidir ?
Madem inanç özgürlüğü demokrasinin bir gereğidir ve asırlardan beri var olan bir inanç sorunu ortada duruyor, o halde türbanı konuşmadan önce veya onu konuşurken Alevilerin sorunlarından da mutlaka bahsetmek gerekir. Her kim Alevilerin sıkıntılarından bahsetmeden inanç özgürlüğünden dem vuruyorsa bu onun samimi olmadığını veya başka niyetlerinin olduğunu gösterir.
Türbanı bir inanç gereği olarak kamu alanına da sokmak, insan haklarına uygun gözüken bir tutum. Sırf türban takıyor diye birisini örneğin hakim yapmamanın yanlışlığından dem vuruyorlar.
O halde örnekler verelim :
** Aynı hoşgörüyü diğer inanç guruplarına da tanıyacak mısınız. Bir hakimin Hz. Alinin kılıcını simgeleyen bir kolyeyi göstere göstere takmasına, veya hukuku sevdiği için hakim olan bir rahibenin kendi kıyafeti ve sembolleri ile hakim olabilmesine izin verilecek mi ? Bir erkek hakimin inancı gereği karnına kadar sakal uzatmasına veya bir kadın hakimin kara çarşaf giymesine de müsaade edilecek mi ? Tanrısı için kışın bile çıplak durup sabır çeken bir Hindu Türk vatandaşı da aynı şekilde kamuda çalışabilecek mi ?
** Satanizm de bir dini inançtır ve medyada reklamı yapıldığı gibi sürekli kan döken sapkın insanlar demek değildir. Madem dini inanç özgürlüğü var, onların da haklarını savunup, kamu alanına onları da almayı düşünür müsünüz, yoksa kimin neye inanması gerektiğini de siz mi söylersiniz.
** Siyonizme inanan Yahudi Türk vatandaşları ne olacak ? Eğer bu kişiler kendilerini üstün ırk bellemişse ve dini inançları gereği yaşadıkları yerde, yani Türkiyede, bütün Türklerin kendilerine hizmet etmesini sağlamaya çalışırlarsa, bunların da inançlarını özgürce ifade etmelerine ve bütün kamu kurumlarında serbestçe çalışmalarına izin verecek misiniz ?
** Dini inancı gereği karşı cinse dokunmak istemeyen birisinin doktor olması durumunda ne yapılacak ? Ben ölüm döşeğinde onun önünde yatarken, o inancı gereği beni tedavi bile etmek istemezse ne yapıcaz ?
Toplumsal hayat aklın ve bilimin söylediği biçimde mi, dini inançlara göre mi şekillenecek ? Ve sadece kendi inancımızın gereğini mi önemsicez, yoksa diğer inançlara da saygı duyup onların da bizim inancımızla aynı haklara sahip olmasına izin mi vericez ?
İlkeler olmadan tartışmanın yarattığı sorunların en güzel örneği türban ve kürt sorunudur. Türbanı savunanlar, bunun bir inanç özgürlüğü olduğunu söylüyorlar ama tartışma farklı inanç guruplarını içerecek şekilde değil, tek bir kelime üzerinden, türban üzerinden yapılıyor. Aynı şekilde kürt sorununda da farklı kimlikleri içerecek şekilde değil, sadece kürtlerin sorunları üzerinden tartışmalar yapılıyor, anayasa değiştiriliyor.
Bu düşünce yapısının çözüm getirmek gibi bir niyetinin olmadığı, türban olayı için bakarsak, türban üzerinden başka amaçların güdüldüğü rahatlıkla görülebilir.
Türban serbestisini demokrasi gereği olarak gösterenlerin samimiyetini anlamamızı sağlayacak çok güzel iki örnek var önümüzde.
Birincisi, madem bu kadar özgürlük sevdalısıyız, türban takan o kızların kendi istekleri ile mi yoksa aile ve çevre baskısı ile mi türban taktıklarını da sorgulayacak mıyız ? Herkesin bildiği bu gerçeği, aile baskısını önlemek için ne yapacağız ? Bu kızların kaçı yetiştikleri ortamda ben türban takmak istemiyorum diyebilme cesaretini gösterebilir ? Bunu derlerse başlarına ne gelir ? Bunları da tartışmayı düşünüyor musunuz ? Demokrasi aileden başlamaz mı ?
Ayrıca kadına ne kadar saygınız var da onun taktığı türbanın derdine düşmüş durumdasınız ? Türbanı kutsal sayıp onu takan kadını aşağılamak, erkek ile eşit saymamak, dilinizden düşürmediğiniz demokrasinin neresinde yazmaktadır ? Eğer bugün kadınlar çıkıp, biz saçı gözüken erkeklerden acayip etkileniyoruz, tahrik oluyoruz derse, erkeklere de başörtüsü takmayı mı düşünürsünüz yoksa kadınları eve hapsetmeyi mi ? Din, sadece erkekler günah işlemesin diye mi geldi ? Erkeklerin kadınlardan tahrik olmaya hakkı var da kadınların erkeklerden tahrik olmaya hakları yok mu ?
İkinci olarak, bu topraklar üzerinde en uzun süredir eziyet çeken dini topluluk sünni dindarlar veya türban takanlar değildir, Alevilerdir. Yavuz ile şaha kalkan katliamlar cumhuriyetle de devam etmiş ve bu topluluk asırlardır bu topraklarda ibadetlerini bile gizli yapmak zorunda kalmıştır. Alevilerin, Alevi olduklarını korkmadan söylemeleri bile 1990'lı yılları bulur.
Aleviler bugün dahi ibadethanelerini devlete tanıtamazken, dahası bugün dahi katledilirken, hükümetin ve temsil ettiği sünni gurubun mağduruz da mağduruz edebiyatı yapmaları ne kadar gerçekçidir ?
Madem inanç özgürlüğü demokrasinin bir gereğidir ve asırlardan beri var olan bir inanç sorunu ortada duruyor, o halde türbanı konuşmadan önce veya onu konuşurken Alevilerin sorunlarından da mutlaka bahsetmek gerekir. Her kim Alevilerin sıkıntılarından bahsetmeden inanç özgürlüğünden dem vuruyorsa bu onun samimi olmadığını veya başka niyetlerinin olduğunu gösterir.
Türbanı bir inanç gereği olarak kamu alanına da sokmak, insan haklarına uygun gözüken bir tutum. Sırf türban takıyor diye birisini örneğin hakim yapmamanın yanlışlığından dem vuruyorlar.
O halde örnekler verelim :
** Aynı hoşgörüyü diğer inanç guruplarına da tanıyacak mısınız. Bir hakimin Hz. Alinin kılıcını simgeleyen bir kolyeyi göstere göstere takmasına, veya hukuku sevdiği için hakim olan bir rahibenin kendi kıyafeti ve sembolleri ile hakim olabilmesine izin verilecek mi ? Bir erkek hakimin inancı gereği karnına kadar sakal uzatmasına veya bir kadın hakimin kara çarşaf giymesine de müsaade edilecek mi ? Tanrısı için kışın bile çıplak durup sabır çeken bir Hindu Türk vatandaşı da aynı şekilde kamuda çalışabilecek mi ?
** Satanizm de bir dini inançtır ve medyada reklamı yapıldığı gibi sürekli kan döken sapkın insanlar demek değildir. Madem dini inanç özgürlüğü var, onların da haklarını savunup, kamu alanına onları da almayı düşünür müsünüz, yoksa kimin neye inanması gerektiğini de siz mi söylersiniz.
** Siyonizme inanan Yahudi Türk vatandaşları ne olacak ? Eğer bu kişiler kendilerini üstün ırk bellemişse ve dini inançları gereği yaşadıkları yerde, yani Türkiyede, bütün Türklerin kendilerine hizmet etmesini sağlamaya çalışırlarsa, bunların da inançlarını özgürce ifade etmelerine ve bütün kamu kurumlarında serbestçe çalışmalarına izin verecek misiniz ?
** Dini inancı gereği karşı cinse dokunmak istemeyen birisinin doktor olması durumunda ne yapılacak ? Ben ölüm döşeğinde onun önünde yatarken, o inancı gereği beni tedavi bile etmek istemezse ne yapıcaz ?
Toplumsal hayat aklın ve bilimin söylediği biçimde mi, dini inançlara göre mi şekillenecek ? Ve sadece kendi inancımızın gereğini mi önemsicez, yoksa diğer inançlara da saygı duyup onların da bizim inancımızla aynı haklara sahip olmasına izin mi vericez ?
30 Eylül 2013 Pazartesi
ANDIMIZ
Milletimizin ruh halini hep tuhaf bulmuşumdur. Yaşayışları da söylemleri de çelişkilerle doludur. Örneğin, milletvekili olmayıp da onların maaşlarını, maddi olanaklarını eleştiren birini alıp milletvekili yapın, ilk milletvekili maaş zammı görüşmesinde onaylamak için elini kaldırdığını görürsünüz.
Çünkü, kendine yontmak, milletimizin genel bir hastalığıdır.
Örneğin Akp'liler milli bayramlarda Atatürk'ün huzuruna çıktıklarında, onları iki yüzlü olmakla, samimi olmamakla, takiyecilikle suçlar. Bahane uydurup gitmediklerinde de onları gerçek niyetlerini göstermiş olmakla, gericilikle, milli değerlere ve bayramlara saygısızlıkla suçlar.
Bu şekilde kendine yontarak olayları yorumlamanın zararları vardır.
Sırf beğenmediğiniz kişi yapıyor diye, doğru olan şeylere de yanlış demeye başlarsınız. Tıpkı Akp milletvekillerinin, mecliste kendi önergelerine Chp'lilerin evet demesi üzerine, hayır demeleri gibi.
Kendi verdiğin öneriyi/düşünceyi, sırf sevmediğin kişiler onay veriyor diye reddetmek/değiştirmek !
Bu psikolojinin en kötü yanı, kendi varlığını, düşüncesini ve eylemlerini düşmanının varlığına ve eylemlerine bağlamaktır, ki konumuz bu değil.
1933 yılından beri andımız okunuyor ve Akp hükümeti bu andı kaldırıyor. İnsanlar oldukça tepkili.
Peki bu andımız ne işe yarıyor ?
Andımız doğru olmak, büyükleri saymak vb güzel ahlaki kuralları tekrarlatıyor ama hadi cumhuriyetin ilk yıllarını bırakın, yaşadığınız hayat boyunca milletvekillerinden kaçının doğru, dürüst, devletin malını yemeyen "keriz"lerden olduğunu gördünüz ? Bu milletvekilleri bu andı okumadı mı çocukken ?
Veya etrafımızda artık pek görmediğimiz o mert, delikanlı, haksızlığa gelemeyen insanlardan kaçı, "ben bugün haksızlığa gelemiyorsam, andımız sayesindedir. Beni öylesine çok etkiledi" der ?
İşin doğrusu, çocuklar bu antta ne dendiğini bile anlamıyor. Hafızamızı zorlayıp o yıllara gidersek, belki hatırlarız, andımızın hepimize nasıl angarya geldiğini ve ondan birşey de anlamadığımızı. Örneğin şimdinin çocuklarına soralım. Onlar bizden daha zekidir. Yasam, küçüklerimi korumak derken yasam ne demek? Ülküm yükselmek derken, ülküm ne demek ? Özümden çok sevmek ne demek? Atatürk'ün gösterdiği hedef ne? Durmadan yürümek ne demek? Bakalım cevap verebilecekler mi ?
Ayrıca onca çocuğu, asker gibi yaz kış demeden hazırola sokmak da ne oluyor ?
Girişte dedik ya bizim millet çelişkilerle doludur. Sorsanız çocuk nasıl yetiştirilir diye, size verecekleri ilk cevap, onları özgür bırakmak, hayal güçlerini geliştirmek vb olur. İyi de o zaman bu çocukları neden askeri kalıplara sokup, yetişkinlerin yazdıkları ezberleri tekrarlamaya zorluyoruz.
Bir çocuğa doğruluk, çalışkanlık, fedakarlık, küçükleri korumak, hayvanları sevmek vb kavramlar ezbere sloganlarla öğretilmez.
Telkinle de öğrenilmez bu davranışlar.
Türküm kelimesinden ise bilerek bahsetmedim. Kimlik tartışmalarına ayrıca gelicez.
İşin nitelik boyutu budur. Andımızın işlevsellik olarak bir görevi yoktur. Yeni kurulan bir cumhuriyetin gaza gelmiş uygulamalarından biridir. İyi niyetli yazıldığından şüphemiz olmamakla beraber, doğru bir uygulama değildir.
Fakat andımızın pek çok insan için simgesel bir anlamı da var. İktidarda Atatürkçülük karşıtı güçlü bir parti varken ve eylemleri ile de bu niyetini açıkça ortaya koymuşken, Atatürkçüler kaybettikleri kalelerinin arkasından bu simgelere tutunmaya çalışıyor.
Ve bazıları için andımız, kaybedilmekte olan o ruhun simgelerinden biridir.
Fakat çözümün simgelere sarılmaktan çok daha fazlasına ihtiyaç duyduğu ortadadır.
Çünkü, kendine yontmak, milletimizin genel bir hastalığıdır.
Örneğin Akp'liler milli bayramlarda Atatürk'ün huzuruna çıktıklarında, onları iki yüzlü olmakla, samimi olmamakla, takiyecilikle suçlar. Bahane uydurup gitmediklerinde de onları gerçek niyetlerini göstermiş olmakla, gericilikle, milli değerlere ve bayramlara saygısızlıkla suçlar.
Bu şekilde kendine yontarak olayları yorumlamanın zararları vardır.
Sırf beğenmediğiniz kişi yapıyor diye, doğru olan şeylere de yanlış demeye başlarsınız. Tıpkı Akp milletvekillerinin, mecliste kendi önergelerine Chp'lilerin evet demesi üzerine, hayır demeleri gibi.
Kendi verdiğin öneriyi/düşünceyi, sırf sevmediğin kişiler onay veriyor diye reddetmek/değiştirmek !
Bu psikolojinin en kötü yanı, kendi varlığını, düşüncesini ve eylemlerini düşmanının varlığına ve eylemlerine bağlamaktır, ki konumuz bu değil.
1933 yılından beri andımız okunuyor ve Akp hükümeti bu andı kaldırıyor. İnsanlar oldukça tepkili.
Peki bu andımız ne işe yarıyor ?
Andımız doğru olmak, büyükleri saymak vb güzel ahlaki kuralları tekrarlatıyor ama hadi cumhuriyetin ilk yıllarını bırakın, yaşadığınız hayat boyunca milletvekillerinden kaçının doğru, dürüst, devletin malını yemeyen "keriz"lerden olduğunu gördünüz ? Bu milletvekilleri bu andı okumadı mı çocukken ?
Veya etrafımızda artık pek görmediğimiz o mert, delikanlı, haksızlığa gelemeyen insanlardan kaçı, "ben bugün haksızlığa gelemiyorsam, andımız sayesindedir. Beni öylesine çok etkiledi" der ?
İşin doğrusu, çocuklar bu antta ne dendiğini bile anlamıyor. Hafızamızı zorlayıp o yıllara gidersek, belki hatırlarız, andımızın hepimize nasıl angarya geldiğini ve ondan birşey de anlamadığımızı. Örneğin şimdinin çocuklarına soralım. Onlar bizden daha zekidir. Yasam, küçüklerimi korumak derken yasam ne demek? Ülküm yükselmek derken, ülküm ne demek ? Özümden çok sevmek ne demek? Atatürk'ün gösterdiği hedef ne? Durmadan yürümek ne demek? Bakalım cevap verebilecekler mi ?
Ayrıca onca çocuğu, asker gibi yaz kış demeden hazırola sokmak da ne oluyor ?
Girişte dedik ya bizim millet çelişkilerle doludur. Sorsanız çocuk nasıl yetiştirilir diye, size verecekleri ilk cevap, onları özgür bırakmak, hayal güçlerini geliştirmek vb olur. İyi de o zaman bu çocukları neden askeri kalıplara sokup, yetişkinlerin yazdıkları ezberleri tekrarlamaya zorluyoruz.
Bir çocuğa doğruluk, çalışkanlık, fedakarlık, küçükleri korumak, hayvanları sevmek vb kavramlar ezbere sloganlarla öğretilmez.
Telkinle de öğrenilmez bu davranışlar.
Türküm kelimesinden ise bilerek bahsetmedim. Kimlik tartışmalarına ayrıca gelicez.
İşin nitelik boyutu budur. Andımızın işlevsellik olarak bir görevi yoktur. Yeni kurulan bir cumhuriyetin gaza gelmiş uygulamalarından biridir. İyi niyetli yazıldığından şüphemiz olmamakla beraber, doğru bir uygulama değildir.
Fakat andımızın pek çok insan için simgesel bir anlamı da var. İktidarda Atatürkçülük karşıtı güçlü bir parti varken ve eylemleri ile de bu niyetini açıkça ortaya koymuşken, Atatürkçüler kaybettikleri kalelerinin arkasından bu simgelere tutunmaya çalışıyor.
Ve bazıları için andımız, kaybedilmekte olan o ruhun simgelerinden biridir.
Fakat çözümün simgelere sarılmaktan çok daha fazlasına ihtiyaç duyduğu ortadadır.
10 Eylül 2013 Salı
TOPLUMSAL YAPIMIZ - 1
Gezi olayları ile başlayan süreçte dün itibari ile bir genç daha öldürüldü. Ahmet Atakan polis tarafından öldürülenler listesine eklendi.
Sağlıklı düşünen ve hisseden bir toplumda, toplum halinde bu ölümlere tepki gösterilmesi beklenir ama öyle olmuyor.
Nedeni, bizim toplumsal bilincimizde saklı olabilir.
Bizim toplumumuzda büyüğe/ataya karşı söz söylemek ayıptır. Muhalefetini ileri boyuta götürenler toplumdan aforoz bile edilebilir. Hele hele sokağa çıkıp isyan etmek, benim böyle bir çocuğum yok'a bile götürür insanları. Şehirde büyüyenler bunları yaşamamış olabilir ama yavaşça değişmesine rağmen Anadoluda bunların örnekleri hala bulunabilir.
Bir vicdan muhasebesi de yapmamız lazım. Bugün bu ölümlere tepki gösterenler, tepki göstermeyenleri eleştiriyor ama bu topraklarda gençler ilk defa ölmüyor. O zamanlar çok cılız çıkıyordu tepkiler. Tabi bugün daha cesur ve yüksek sesle tepki gösteriliyor olması sevindirici bir durum ama hala samimiyetten yoksunluk hissi veriyor. Veriyor çünkü bu ahıtlar ölenin "bizden" olmasından kaynaklanıyor. Örneğin aynı şekilde sokakta kendi ideali için gösteri yapan bir Kürt gencinin öldürülmesine tepki gösterilmiyor. Herkes kendi ölenini yüceltiyor ki bunun da izleri toplumsal bilincimizde bulunabilir.
Kabilecilik bizim toplumumuzun yapı taşlarındandır. Kendi kavmini, soyunu, aşiretini önde tutmak ve diğerlerinden ayırmak, geleneklerimizde var. Kan davaları bunun en belirgin özelliklerindendir. İki sülale birbirinin gençlerini öldürüp durur. Bu bölünme aynı köyde yaşayanlar arasında örneğin basit bir su krizinden bile çıkabilir. Yıllarca süren küslükler ve karşı tarafın başına bir iş geldiğinde oh olsun demelere bile varabilir en basitinden.
Şehir yaşantısında bu eski yaşam kültürü, kabileden siyasal düşünceye kaymış görünüyor. Bir siyasal gruba ait olan birey için önemli olan, o grubun hoşuna gidecek bir kahramanlık ve cesaret örneği göstermektir. Örneğin bugün göstericilere seve seve saldırıp öldürmekten çekinmeyen polis, aslında kendi grubu için öne çıkarak cesaret ve kahramanlık yaptığını düşünmektedir. Kan davalarında nasıl ki öldürülene acınmazsa, siyasal kimliklerimiz de aynı kabilecilikle şekilleniyor. Veya daha hafif bir örnekle, Deniz Gezmiş posterlerini ellerinden düşürmeyenler aslında kendi sınırlarını çizip, biz sizden farklı ve sizinle uzlaşmaz bir "kabile"yiz mesajını vermektedir.
Bir diğer dikkat çeken husus, Erdoğan'ın, gezi olaylarında devletin yaptığı her türlü şiddeti savunarak meşru göstermesi ve yaptıysam ben yaptım demesine rağmen alkış alması. Yarın çıkıp Ahmet'in ölümüne de, iyi olmuş derse hiç şaşırmam.
Bunun da izleri toplumsal bilincimizde bulunabilir.
Otoriterlik hala günümüzde bile var olan bir Türk aile geleneği. Baba figürü koruyucu, kollayıcı olmasının yanı sıra her şeyi bilen, ailenin kaderini belirleyen ve korku salan bir simgedir. Bu mantıkla büyüyen nesillerin otoriteye tapar hale gelmesi ve bir demir yumruğa hayran olması hiç de şaşırtıcı değil.
Şehirleşme ile bu durum azalma eğilimi gösterse de hala çoğumuzun içinde bu figür ve bir otoriteye bağlanma isteği mevcut.
Günümüz gençliği, atalara kızıp onların sistemini değiştirmek istese bile, yetiştikleri toprakların özelliği nedeniyle, aslında yine atalarının yollarında, sadece daha farklı ayakkabılarla yürümekten başka bir şey yapamıyorlar. Kurdukları örgütler dönüp dolaşıp otoriterleşiyor, ideolojileri karşısındaki insanı tecrit ediyor, içlerinde sürekli bir kahramanlık gösterme isteği, kendisini grubu için feda etme hevesi oluşuyor. Bunlar aslında, hep karşı geldikleri atalarının yöntemleri idi.
Bu kısır döngüden çıkmanın bir yolu, empati kurmaktır. Empati kuramamanın en büyük nedeni kapalı bir toplum veya grubun içinde sıkışıp kalmak, karşısındakinin durumunu anlayamamaktır. Üniversiteler ve askerlik aslında bu işi yapan, yani farklı inanç, ırk vb özelliklerdeki insanları bir araya getirip, birbirlerini tanımalarını ve anlamalarını sağlayan iki önemli araçtır ama ne kadar doğru kullanabiliyoruz bu araçları? Empatinin kuralı iletişime geçmektir. Ne zaman ki bu iletişimden koparız, o zaman iki düşman kamp yaratırız. Bugün Erdoğan'ın ve hükümetin istediği de budur.
Ve aydınlık günlerin özlemini duyanların yapması gereken şey, bu iletişi sağlamaktır. Akp seçmenini görünce kaşlarını çatmak değil, onunla konuşmak, hem kendi derdini hem de onun derdini paylaşmaktır.
Ancak bu şekilde insanlar birbirlerinin ölülerine, acılarına ortak olabilir ve beraberce karşı durabilirler.
Sağlıklı düşünen ve hisseden bir toplumda, toplum halinde bu ölümlere tepki gösterilmesi beklenir ama öyle olmuyor.
Nedeni, bizim toplumsal bilincimizde saklı olabilir.
Bizim toplumumuzda büyüğe/ataya karşı söz söylemek ayıptır. Muhalefetini ileri boyuta götürenler toplumdan aforoz bile edilebilir. Hele hele sokağa çıkıp isyan etmek, benim böyle bir çocuğum yok'a bile götürür insanları. Şehirde büyüyenler bunları yaşamamış olabilir ama yavaşça değişmesine rağmen Anadoluda bunların örnekleri hala bulunabilir.
Bir vicdan muhasebesi de yapmamız lazım. Bugün bu ölümlere tepki gösterenler, tepki göstermeyenleri eleştiriyor ama bu topraklarda gençler ilk defa ölmüyor. O zamanlar çok cılız çıkıyordu tepkiler. Tabi bugün daha cesur ve yüksek sesle tepki gösteriliyor olması sevindirici bir durum ama hala samimiyetten yoksunluk hissi veriyor. Veriyor çünkü bu ahıtlar ölenin "bizden" olmasından kaynaklanıyor. Örneğin aynı şekilde sokakta kendi ideali için gösteri yapan bir Kürt gencinin öldürülmesine tepki gösterilmiyor. Herkes kendi ölenini yüceltiyor ki bunun da izleri toplumsal bilincimizde bulunabilir.
Kabilecilik bizim toplumumuzun yapı taşlarındandır. Kendi kavmini, soyunu, aşiretini önde tutmak ve diğerlerinden ayırmak, geleneklerimizde var. Kan davaları bunun en belirgin özelliklerindendir. İki sülale birbirinin gençlerini öldürüp durur. Bu bölünme aynı köyde yaşayanlar arasında örneğin basit bir su krizinden bile çıkabilir. Yıllarca süren küslükler ve karşı tarafın başına bir iş geldiğinde oh olsun demelere bile varabilir en basitinden.
Şehir yaşantısında bu eski yaşam kültürü, kabileden siyasal düşünceye kaymış görünüyor. Bir siyasal gruba ait olan birey için önemli olan, o grubun hoşuna gidecek bir kahramanlık ve cesaret örneği göstermektir. Örneğin bugün göstericilere seve seve saldırıp öldürmekten çekinmeyen polis, aslında kendi grubu için öne çıkarak cesaret ve kahramanlık yaptığını düşünmektedir. Kan davalarında nasıl ki öldürülene acınmazsa, siyasal kimliklerimiz de aynı kabilecilikle şekilleniyor. Veya daha hafif bir örnekle, Deniz Gezmiş posterlerini ellerinden düşürmeyenler aslında kendi sınırlarını çizip, biz sizden farklı ve sizinle uzlaşmaz bir "kabile"yiz mesajını vermektedir.
Bir diğer dikkat çeken husus, Erdoğan'ın, gezi olaylarında devletin yaptığı her türlü şiddeti savunarak meşru göstermesi ve yaptıysam ben yaptım demesine rağmen alkış alması. Yarın çıkıp Ahmet'in ölümüne de, iyi olmuş derse hiç şaşırmam.
Bunun da izleri toplumsal bilincimizde bulunabilir.
Otoriterlik hala günümüzde bile var olan bir Türk aile geleneği. Baba figürü koruyucu, kollayıcı olmasının yanı sıra her şeyi bilen, ailenin kaderini belirleyen ve korku salan bir simgedir. Bu mantıkla büyüyen nesillerin otoriteye tapar hale gelmesi ve bir demir yumruğa hayran olması hiç de şaşırtıcı değil.
Şehirleşme ile bu durum azalma eğilimi gösterse de hala çoğumuzun içinde bu figür ve bir otoriteye bağlanma isteği mevcut.
Günümüz gençliği, atalara kızıp onların sistemini değiştirmek istese bile, yetiştikleri toprakların özelliği nedeniyle, aslında yine atalarının yollarında, sadece daha farklı ayakkabılarla yürümekten başka bir şey yapamıyorlar. Kurdukları örgütler dönüp dolaşıp otoriterleşiyor, ideolojileri karşısındaki insanı tecrit ediyor, içlerinde sürekli bir kahramanlık gösterme isteği, kendisini grubu için feda etme hevesi oluşuyor. Bunlar aslında, hep karşı geldikleri atalarının yöntemleri idi.
Bu kısır döngüden çıkmanın bir yolu, empati kurmaktır. Empati kuramamanın en büyük nedeni kapalı bir toplum veya grubun içinde sıkışıp kalmak, karşısındakinin durumunu anlayamamaktır. Üniversiteler ve askerlik aslında bu işi yapan, yani farklı inanç, ırk vb özelliklerdeki insanları bir araya getirip, birbirlerini tanımalarını ve anlamalarını sağlayan iki önemli araçtır ama ne kadar doğru kullanabiliyoruz bu araçları? Empatinin kuralı iletişime geçmektir. Ne zaman ki bu iletişimden koparız, o zaman iki düşman kamp yaratırız. Bugün Erdoğan'ın ve hükümetin istediği de budur.
Ve aydınlık günlerin özlemini duyanların yapması gereken şey, bu iletişi sağlamaktır. Akp seçmenini görünce kaşlarını çatmak değil, onunla konuşmak, hem kendi derdini hem de onun derdini paylaşmaktır.
Ancak bu şekilde insanlar birbirlerinin ölülerine, acılarına ortak olabilir ve beraberce karşı durabilirler.
9 Haziran 2013 Pazar
MEDYANIN GEZİYİ BİTİRME ÇABASI
Gezi direnişinde medyanın tavrı herkesin malumu. Yalnız medyada çıkan haberlere bakınca gizli niyetlerine dikkat çekmek gerekiyor.
Medya birkaç aşamalı bir süreçten geçerek vermekte gezi direnişini.
Birinci aşamada hükümet korkusu nedeniyle sessiz kaldı. İkinci aşamada direnenlerin baskısı ile haber yapmak zorunda kaldı. Üçüncü ve içinde bulunduğumuz şuan ki aşamada gezi direncini anlamaya çalışır gözükmekte ama fazla hissettirmeden zihinlerde olumsuz bir altyapı oluşturmaya çalışmakta. İleride olacak dördüncü aşamada ise gezi direncine karşı gelen sesleri daha çok vermeye başlayacak sanırım.
Şuan yaşanan durumda tv’ye çıkan herkes gezi direncini yapan insanların yanında gibi durmakta, hak vermekte. Fakat pek çok yorumcu, sözlerine destek cümleleri ile başladıktan sonra “ama”lı cümleler kurmaya, olan ve olabilecek sözde tehlikelere parmak basmaya başladılar. İşte bu ama’lı cümleler aslında dördüncü aşama için, yani gezi direncini toplumda kötü göstermek için altyapıyı oluşturuyor ve tv’de direnci gerçekten destekleyenler bunlara doğru düzgün karşı gelmeyerek farkında olarak veya olmayarak çanak tutuyor.
Yapılan eleştirilerin biri, bu direncin büyüdüğü söylenen Türkiye’ye verdiği zarar. Yok büyüyen ekonomi zor durumda kalmaktaymış, yok dünya siyasetine oynayan Türkiye’yi geri götürmekteymiş. Dış mihraklar bu olayı yönetmeye çalışmaktaymış. Başbakan da hatta ellerinde bununla ilgili bilgiler/belgeler olduğunu söylemişmiş.
Olayları yaptıranlarla ilgili eskiden medyada fotoğraflar, bilgiler çıkar ve gazeteciler de bunları araştırırdı; kimdir bu kişiler, bağlantıları nelerdir, kime çalışmaktadır. Halk da bir fikir sahibi olurdu böylece. Artık görüyoruz ki hükümet ne derse ona inanmak zorundayız. Bize gösterebildikleri hiçbir belge, kayıt yok. Reyhanlıda da aynı şeyi yaşadık. Esad’ın ajanlarının yaptığı söylendi ama halka hiçbir kanıt gösteremediler. Onlar ne derse ona inanmamızı bekliyorlar.
Bu iddianın altında açıkça söyleyemedikleri başka bir şey daha var. Her kim hükümete karşı gelirse, ekonomiyi bozmak istiyordur. Her kim isyan ediyorsa, dış güçlerin oyununa geliyordur. Her kim hakkını ararsa büyüyen Türkiye’nin önünü kesiyordur. Yani direnecek herkesin bozguncu olduğunu kafalara çaktırmadan yerleştirmeye çalışıyorlar. Herkes biat etmelidir, çünkü müthiş bir hükümetimiz vardır.
İkinci eleştiri, yerel provokatörler yönünde. Bazıları vandallar diyor, bazıları aşırı uçlar diyor, bazıları kargaşa çıkarmak isteyen birileri diyor ve akıl veriyorlar. Aman bunlara dikkat.
Göstericileri bu kadar düşünmeleri gözlerimizi yaşartmakla birlikte, biraz sosyal medyayı takip etseler, göstericilerin bu uyarıları kendi kendilerine verebilecek akılda olduklarını ve herkesin birbirini bu konuda uyardığını görürdünüz. Ama zaten onlar, sosyal medyayı gayet iyi takip ediyorlar, bu uyarıların yapıldığını da biliyorlar. Amaçları gösteri yapan gurupların başıboş, kontrolsüz olduğunu halka gösterip gözden düşürmek.
Bu eleştirinin altında yatan diğer mesaj ise, gösteri yapan gurupların çoğunluğunu bunların oluşturduğu izlenimini vermek. Her kanalda, her tartışmada bunu tekrar edip duruyorlar ki insanlar bu vandalların sayılarının çok kalabalık ve göstericilerin bunlardan ibaret olduğunu, hepsinin amaçsız, ne istediğini bilmeyen, cahil guruplar olduğunu sanıp gerçekten çapulcu olduklarını düşünsün ve empati kurmasın.
Bir diğer çok tekrarlanan eleştiri, kamu mallarına verilen zararlar. Bunu o kadar çok söylüyorlar ki sanırsınız İstanbulu yaktılar. Gösterilerden bahsederken 3-5 ağaç için deyip küçümseyerek başlıyorlar konuşmaya ama gerçekten 3-5 münferit olay için geçiştirmeyip üstüne basa basa söylüyorlar.
Amaç tabi halkın dikkatini başka yere çekmek. Yakılan araçları dillerine dolayıp, yaralanan binlerce insanı, durumu ciddi onlarca insanı, ölen insanları unutturmaya çalışıyorlar. Zaten medya da bu konuda görevini layıkıyla yerine getirip, binlerce polis şiddeti foto ve videosu varken üç beş gaz videosunu bu tür olayların videoları ile birlikte koyarak, sanki eşit derecede oluyorlarmış ve bunlar olduğu için polis şiddet uygulamış demeye getiriyor.
Aslında bu şekilde konuşanlarla bir deney yapmak lazım. Bunları toplayıp taksimin ortasına koyacaksın. Etrafını polisle çevirip üç gün boyunca üzerlerine biber gazı ve su sıkıp, coplayacaksın. Üç günün sonunda polisi geri çekip önlerine boş polis araçlarını, kaldırım taşlarını bilinçli olarak koyacaksın, gösterilerde yapıldığı gibi. Bakalım ne yapacaklar. Bakalım nasıl bir ruh halinde olacaklar. Bakalım hala sandalyelerine yaslanıp böyle rahat konuşabilecekler mi.
Bu yazar ve yorumcular bir yandan provokatörlerden bahsedip bu tarz olayların olabileceğini ve oyuna gelinmemesini söylerken, bir yandan da bu olayları göstericilerin tümüne mal ediyorlar. Maalesef tv'ye çıkan direnişi destekleyen konuşmacıların ağzından bu olayların nasıl abartıldığı ve göstericilerle bir ilgisi olmadığı doğru düzgün dile getirilmiyor. Hatta bunu başbakan her konuşmasında söylemesine rağmen cevap vermiyorlar. Oysa ki orada günlerce o kadar eziyet çekip de hala sakin durmayı başaran ve bunu genç olmalarına rağmen yapan o insanlar her türlü övgüyü hak ediyor.
Ayrıca bunlar ne değerli bir kamu malıymış ki, insan hayatından daha önemli. Bu arkadaşlar merak etmesinler. Direnci destekleyen insanlar aralarında para toplayıp o masrafları öderler; peki siz yaralanan binlerce insanın maddi manevi kayıplarını nasıl ödeyeceksiniz. Ölenleri nasıl geri getireceksiniz. Mala zarar geldi diye, insanları öldüresiye dövmek, hatta öldürmek mi lazım, yoksa bunu yapanları yakalayıp gözaltına mı almak lazım. İnsan hayatı, şerefi o birkaç binlik tl'lik araçtan daha mı değersiz ki araca tekme atanın videosunu tekrar tekrar veriyorsunuz da, insanların öldüresiye dövülmelerini yayınlamıyorsunuz.
Başbakan ve medya, olayları yakıp yıkma olarak anmaya çalışıyor ki, hem verilen mesajlar anlaşılmasın, hem gösteri yapılması engellensin, hem de şiddete bahaneler bulunsun. Ama artık iyice görüldü ki medya nasıl haber yapacağını, yalaka yazar ve konuşmacılar neler söyleyeceğini, başbakana göre ayarlıyor. Bu söylemleri ile asıl istedikleri göstericilerin acılarını, emeklerini hiçe indirerek onları kızdırmak. İnsanlar seslerini duyurmaya çalışırken onları çapulcu diye nitelemesinin nedeni bu. Amaçları özgürlük olan ve bunun için dayak yiyen, günlerdir taksimde yatıp kalkıp insanları halkın gözünde yakıp yıkan konumuna indirip, onların sinirlenerek taşkınlık yapmasını bekliyorlar ki hemen linç kampanyalarını başlatsınlar.
Ama oradaki gençler, inatçı ve dirençli oldukları kadar ne yaptığını bilecek kadar olgun insanlar da aynı zamanda.
Bu nedenle başaramayacaklar
Medya birkaç aşamalı bir süreçten geçerek vermekte gezi direnişini.
Birinci aşamada hükümet korkusu nedeniyle sessiz kaldı. İkinci aşamada direnenlerin baskısı ile haber yapmak zorunda kaldı. Üçüncü ve içinde bulunduğumuz şuan ki aşamada gezi direncini anlamaya çalışır gözükmekte ama fazla hissettirmeden zihinlerde olumsuz bir altyapı oluşturmaya çalışmakta. İleride olacak dördüncü aşamada ise gezi direncine karşı gelen sesleri daha çok vermeye başlayacak sanırım.
Şuan yaşanan durumda tv’ye çıkan herkes gezi direncini yapan insanların yanında gibi durmakta, hak vermekte. Fakat pek çok yorumcu, sözlerine destek cümleleri ile başladıktan sonra “ama”lı cümleler kurmaya, olan ve olabilecek sözde tehlikelere parmak basmaya başladılar. İşte bu ama’lı cümleler aslında dördüncü aşama için, yani gezi direncini toplumda kötü göstermek için altyapıyı oluşturuyor ve tv’de direnci gerçekten destekleyenler bunlara doğru düzgün karşı gelmeyerek farkında olarak veya olmayarak çanak tutuyor.
Yapılan eleştirilerin biri, bu direncin büyüdüğü söylenen Türkiye’ye verdiği zarar. Yok büyüyen ekonomi zor durumda kalmaktaymış, yok dünya siyasetine oynayan Türkiye’yi geri götürmekteymiş. Dış mihraklar bu olayı yönetmeye çalışmaktaymış. Başbakan da hatta ellerinde bununla ilgili bilgiler/belgeler olduğunu söylemişmiş.
Olayları yaptıranlarla ilgili eskiden medyada fotoğraflar, bilgiler çıkar ve gazeteciler de bunları araştırırdı; kimdir bu kişiler, bağlantıları nelerdir, kime çalışmaktadır. Halk da bir fikir sahibi olurdu böylece. Artık görüyoruz ki hükümet ne derse ona inanmak zorundayız. Bize gösterebildikleri hiçbir belge, kayıt yok. Reyhanlıda da aynı şeyi yaşadık. Esad’ın ajanlarının yaptığı söylendi ama halka hiçbir kanıt gösteremediler. Onlar ne derse ona inanmamızı bekliyorlar.
Bu iddianın altında açıkça söyleyemedikleri başka bir şey daha var. Her kim hükümete karşı gelirse, ekonomiyi bozmak istiyordur. Her kim isyan ediyorsa, dış güçlerin oyununa geliyordur. Her kim hakkını ararsa büyüyen Türkiye’nin önünü kesiyordur. Yani direnecek herkesin bozguncu olduğunu kafalara çaktırmadan yerleştirmeye çalışıyorlar. Herkes biat etmelidir, çünkü müthiş bir hükümetimiz vardır.
İkinci eleştiri, yerel provokatörler yönünde. Bazıları vandallar diyor, bazıları aşırı uçlar diyor, bazıları kargaşa çıkarmak isteyen birileri diyor ve akıl veriyorlar. Aman bunlara dikkat.
Göstericileri bu kadar düşünmeleri gözlerimizi yaşartmakla birlikte, biraz sosyal medyayı takip etseler, göstericilerin bu uyarıları kendi kendilerine verebilecek akılda olduklarını ve herkesin birbirini bu konuda uyardığını görürdünüz. Ama zaten onlar, sosyal medyayı gayet iyi takip ediyorlar, bu uyarıların yapıldığını da biliyorlar. Amaçları gösteri yapan gurupların başıboş, kontrolsüz olduğunu halka gösterip gözden düşürmek.
Bu eleştirinin altında yatan diğer mesaj ise, gösteri yapan gurupların çoğunluğunu bunların oluşturduğu izlenimini vermek. Her kanalda, her tartışmada bunu tekrar edip duruyorlar ki insanlar bu vandalların sayılarının çok kalabalık ve göstericilerin bunlardan ibaret olduğunu, hepsinin amaçsız, ne istediğini bilmeyen, cahil guruplar olduğunu sanıp gerçekten çapulcu olduklarını düşünsün ve empati kurmasın.
Bir diğer çok tekrarlanan eleştiri, kamu mallarına verilen zararlar. Bunu o kadar çok söylüyorlar ki sanırsınız İstanbulu yaktılar. Gösterilerden bahsederken 3-5 ağaç için deyip küçümseyerek başlıyorlar konuşmaya ama gerçekten 3-5 münferit olay için geçiştirmeyip üstüne basa basa söylüyorlar.
Amaç tabi halkın dikkatini başka yere çekmek. Yakılan araçları dillerine dolayıp, yaralanan binlerce insanı, durumu ciddi onlarca insanı, ölen insanları unutturmaya çalışıyorlar. Zaten medya da bu konuda görevini layıkıyla yerine getirip, binlerce polis şiddeti foto ve videosu varken üç beş gaz videosunu bu tür olayların videoları ile birlikte koyarak, sanki eşit derecede oluyorlarmış ve bunlar olduğu için polis şiddet uygulamış demeye getiriyor.
Aslında bu şekilde konuşanlarla bir deney yapmak lazım. Bunları toplayıp taksimin ortasına koyacaksın. Etrafını polisle çevirip üç gün boyunca üzerlerine biber gazı ve su sıkıp, coplayacaksın. Üç günün sonunda polisi geri çekip önlerine boş polis araçlarını, kaldırım taşlarını bilinçli olarak koyacaksın, gösterilerde yapıldığı gibi. Bakalım ne yapacaklar. Bakalım nasıl bir ruh halinde olacaklar. Bakalım hala sandalyelerine yaslanıp böyle rahat konuşabilecekler mi.
Bu yazar ve yorumcular bir yandan provokatörlerden bahsedip bu tarz olayların olabileceğini ve oyuna gelinmemesini söylerken, bir yandan da bu olayları göstericilerin tümüne mal ediyorlar. Maalesef tv'ye çıkan direnişi destekleyen konuşmacıların ağzından bu olayların nasıl abartıldığı ve göstericilerle bir ilgisi olmadığı doğru düzgün dile getirilmiyor. Hatta bunu başbakan her konuşmasında söylemesine rağmen cevap vermiyorlar. Oysa ki orada günlerce o kadar eziyet çekip de hala sakin durmayı başaran ve bunu genç olmalarına rağmen yapan o insanlar her türlü övgüyü hak ediyor.
Ayrıca bunlar ne değerli bir kamu malıymış ki, insan hayatından daha önemli. Bu arkadaşlar merak etmesinler. Direnci destekleyen insanlar aralarında para toplayıp o masrafları öderler; peki siz yaralanan binlerce insanın maddi manevi kayıplarını nasıl ödeyeceksiniz. Ölenleri nasıl geri getireceksiniz. Mala zarar geldi diye, insanları öldüresiye dövmek, hatta öldürmek mi lazım, yoksa bunu yapanları yakalayıp gözaltına mı almak lazım. İnsan hayatı, şerefi o birkaç binlik tl'lik araçtan daha mı değersiz ki araca tekme atanın videosunu tekrar tekrar veriyorsunuz da, insanların öldüresiye dövülmelerini yayınlamıyorsunuz.
Başbakan ve medya, olayları yakıp yıkma olarak anmaya çalışıyor ki, hem verilen mesajlar anlaşılmasın, hem gösteri yapılması engellensin, hem de şiddete bahaneler bulunsun. Ama artık iyice görüldü ki medya nasıl haber yapacağını, yalaka yazar ve konuşmacılar neler söyleyeceğini, başbakana göre ayarlıyor. Bu söylemleri ile asıl istedikleri göstericilerin acılarını, emeklerini hiçe indirerek onları kızdırmak. İnsanlar seslerini duyurmaya çalışırken onları çapulcu diye nitelemesinin nedeni bu. Amaçları özgürlük olan ve bunun için dayak yiyen, günlerdir taksimde yatıp kalkıp insanları halkın gözünde yakıp yıkan konumuna indirip, onların sinirlenerek taşkınlık yapmasını bekliyorlar ki hemen linç kampanyalarını başlatsınlar.
Ama oradaki gençler, inatçı ve dirençli oldukları kadar ne yaptığını bilecek kadar olgun insanlar da aynı zamanda.
Bu nedenle başaramayacaklar
6 Haziran 2013 Perşembe
GEZİ DİRENENLERİ NE İSTEDİĞİNİ BİLİYOR MU ?
Gezi direnişinde artık medyada, ne istiyor bu insanlar soruları dolaşmaya başladı doğal olarak. Verilen cevaplar, hayatıma karışma etrafında birleşiyor.
Fakat rahatsızım bu cevaptan.
Talepler daha çok içki yasağı, kürtaj, Avm gibi vb gündelik hayata yönelik kontrollere karşı geliyor. Bunun da iki tehlikesi var. Birincisi, orada bulunan herkesi kapsayacak bir ortak payda değil bu. Ki zaten bu direnişten sadece ona destek verenleri içine alacak bir sonuç çıkarmak, ülkeyi tam da hükümetin istediği gibi iki kampa bölmeye yarar ve bundan fayda sağlayacak olan da özgürlükçüler olmaz. İkincisi, bu istekler yerine gelirse ülke yine eski üç maymun havasına geri dönebilir. Ben istediğimi aldım deyip bir daha çıkmamak üzere insanlar evlerine çekilebilir, başkasının derdi beni germedi diyerek, o eski etliye sütlüye karışmama ruh haline girebilirler. Ve bu bizi yarın, daha güçlü bir totaliter rejimle karşılaştırır.
O halde başka bir açıdan bakılması lazım olaya.
Zalimlerin tek korkusu, mazlumların birleşmesidir. Bu nedenle ideolojileri, ırkları, dini inançları dillerine dolarlar. Ne olursa olsun ama mazlumlar birleşmesin diyedir yapılan her şey.
Bu gerçek aslında hepimizin bildiği bir şeydir. Direnişte de zaten herkes, farklı inanç ve görüşlerdeki insanların bir araya gelişine vurgu yaptı. Peki, bu birleşmeyi olayların heyecanı azaldıktan sonra da yapabilecek miyiz?
Ciddi şüphelerim var.
Örneğin bugün sizinle direnen bir Kürt yarın Biji Kürdistan diye eylem yaparsa ne yapacaksınız ?
Şimdiye kadar yaptığınız gibi Akp’yi ve onun politikalarını eleştirip, bu insanları ayrılıkçı veya terörist diye niteleyerek yine görmezden mi geleceksiniz, yoksa her iki taraftan ölen insanların aslında hep mazlum ailelerin çocukları olduğunu görüp, onlarla konuşarak, dertlerinin ne olduğunu anlamaya mı çalışacaksınız ?
İkinci yöntemi hiç denemedik.
Denersek ne olur ?
Ya o sloganı atanın fanatik bir milliyetçi olduğunu görücez ya da onun, sizin bir haftadır yaşadığınız devlet terörünü yıllardır yaşadığını ve artık illallah deyip, buna seyirci olan bizlerle yaşamaktan bıktığını.
Eğer birincisi ise onun için yapacak bir şey yok zaten. Fanatik bir insanla anlaşamayız. Peki ya ikincisi ise ?
Onun yanında olacağımızı, yaşadığı haksızlıklara karşı beraber mücadele edeceğimizi söylesek ve bunu yapsak, fikrini değiştirmez mi dersiniz. Acaba Kürdistan istemesi, yaşadığı haksızlıkları bir türlü topluma anlatamayışı ve baskılar karşısında yalnız kalması olamaz mı ? Eğer yapılan haksızlıklarda ona destek olsak, acaba biji Kürdistan yerine yaşasın Türkiye demez mi ?
Bu yolu denemeden, yine ‘yok demezler, onların niyeti şu’ diyerek önyargılarımızla hareket edip ayrışacak mıyız yoksa bu oyunları bozacak mıyız.
Kürt sorunu sadece bir örnek. Ezilen, talepleri olan başka kesimler de var. Seslerini duyuramayan, yalnız olduklarını düşünen ve yalnızlaştıkça toplumdan kopan. Ki bugün bu kitlelerden biri olan dindar kesimin bir bölümü, zamanında itildiği yalnızlık nedeniyle Akp’nin kemikleşmiş oy tabanını oluşturmakta ve gezi olayları ile empati kurmamaktadır.
Çare nedir buna?
Çare, gezi direnişidir.
Ya bizi ayırmalarına izin verip, yoksullukta ve acıda birleşicez; ya da her türlü ayrımcılığa ve tahrik edici açıklamalara karşı Akp seçmenini de içine alarak refahta ve özgürlükte birleşicez.
Bu nedenle gezi direncinin talebi sadece Atatürkçülerin söylemi gibi duran “hayatımıza karışma” olamaz. Mücadelenin bunun için değil, haksızlığa uğradığını, hayatına müdahale edildiğini, kimsenin kendisini dinlemediğini düşünen herkes için yapıldığı ve yapılacağı vurgulanmalı ve geçmişteki hataların farkına varıldığı belirtilmelidir.
Tabi bu yazdıklarım bugün için biraz ütopiktir. Eylemcilerin ne şu anki bilinçleri ne de enerjileri buna hazır değil ama gelecek özgür ve güzel günler için bu tek yoldur.
Fakat rahatsızım bu cevaptan.
Talepler daha çok içki yasağı, kürtaj, Avm gibi vb gündelik hayata yönelik kontrollere karşı geliyor. Bunun da iki tehlikesi var. Birincisi, orada bulunan herkesi kapsayacak bir ortak payda değil bu. Ki zaten bu direnişten sadece ona destek verenleri içine alacak bir sonuç çıkarmak, ülkeyi tam da hükümetin istediği gibi iki kampa bölmeye yarar ve bundan fayda sağlayacak olan da özgürlükçüler olmaz. İkincisi, bu istekler yerine gelirse ülke yine eski üç maymun havasına geri dönebilir. Ben istediğimi aldım deyip bir daha çıkmamak üzere insanlar evlerine çekilebilir, başkasının derdi beni germedi diyerek, o eski etliye sütlüye karışmama ruh haline girebilirler. Ve bu bizi yarın, daha güçlü bir totaliter rejimle karşılaştırır.
O halde başka bir açıdan bakılması lazım olaya.
Zalimlerin tek korkusu, mazlumların birleşmesidir. Bu nedenle ideolojileri, ırkları, dini inançları dillerine dolarlar. Ne olursa olsun ama mazlumlar birleşmesin diyedir yapılan her şey.
Bu gerçek aslında hepimizin bildiği bir şeydir. Direnişte de zaten herkes, farklı inanç ve görüşlerdeki insanların bir araya gelişine vurgu yaptı. Peki, bu birleşmeyi olayların heyecanı azaldıktan sonra da yapabilecek miyiz?
Ciddi şüphelerim var.
Örneğin bugün sizinle direnen bir Kürt yarın Biji Kürdistan diye eylem yaparsa ne yapacaksınız ?
Şimdiye kadar yaptığınız gibi Akp’yi ve onun politikalarını eleştirip, bu insanları ayrılıkçı veya terörist diye niteleyerek yine görmezden mi geleceksiniz, yoksa her iki taraftan ölen insanların aslında hep mazlum ailelerin çocukları olduğunu görüp, onlarla konuşarak, dertlerinin ne olduğunu anlamaya mı çalışacaksınız ?
İkinci yöntemi hiç denemedik.
Denersek ne olur ?
Ya o sloganı atanın fanatik bir milliyetçi olduğunu görücez ya da onun, sizin bir haftadır yaşadığınız devlet terörünü yıllardır yaşadığını ve artık illallah deyip, buna seyirci olan bizlerle yaşamaktan bıktığını.
Eğer birincisi ise onun için yapacak bir şey yok zaten. Fanatik bir insanla anlaşamayız. Peki ya ikincisi ise ?
Onun yanında olacağımızı, yaşadığı haksızlıklara karşı beraber mücadele edeceğimizi söylesek ve bunu yapsak, fikrini değiştirmez mi dersiniz. Acaba Kürdistan istemesi, yaşadığı haksızlıkları bir türlü topluma anlatamayışı ve baskılar karşısında yalnız kalması olamaz mı ? Eğer yapılan haksızlıklarda ona destek olsak, acaba biji Kürdistan yerine yaşasın Türkiye demez mi ?
Bu yolu denemeden, yine ‘yok demezler, onların niyeti şu’ diyerek önyargılarımızla hareket edip ayrışacak mıyız yoksa bu oyunları bozacak mıyız.
Kürt sorunu sadece bir örnek. Ezilen, talepleri olan başka kesimler de var. Seslerini duyuramayan, yalnız olduklarını düşünen ve yalnızlaştıkça toplumdan kopan. Ki bugün bu kitlelerden biri olan dindar kesimin bir bölümü, zamanında itildiği yalnızlık nedeniyle Akp’nin kemikleşmiş oy tabanını oluşturmakta ve gezi olayları ile empati kurmamaktadır.
Çare nedir buna?
Çare, gezi direnişidir.
Ya bizi ayırmalarına izin verip, yoksullukta ve acıda birleşicez; ya da her türlü ayrımcılığa ve tahrik edici açıklamalara karşı Akp seçmenini de içine alarak refahta ve özgürlükte birleşicez.
Bu nedenle gezi direncinin talebi sadece Atatürkçülerin söylemi gibi duran “hayatımıza karışma” olamaz. Mücadelenin bunun için değil, haksızlığa uğradığını, hayatına müdahale edildiğini, kimsenin kendisini dinlemediğini düşünen herkes için yapıldığı ve yapılacağı vurgulanmalı ve geçmişteki hataların farkına varıldığı belirtilmelidir.
Tabi bu yazdıklarım bugün için biraz ütopiktir. Eylemcilerin ne şu anki bilinçleri ne de enerjileri buna hazır değil ama gelecek özgür ve güzel günler için bu tek yoldur.
3 Haziran 2013 Pazartesi
GEZİ DİRENİŞİ BİR İŞE YARAYACAK MI
Sevgili direnişçi,
Göstermiş olduğun cesur ve inatçı direnç herkesi olduğu gibi beni de şaşırttı. Medyada da çıktığı üzere çoğunuz hayatınızda ilk defa bir gösteriye katılıyordu ve aranızda bugüne kadar bu tarz eylemlere karışma gereği duymamış halktan, kendi hayatlarını yaşamakla meşgul Atatürkçüler de var.
Bir haftadır cop yedin, su yedin, gaz yedin, yılmadın. Takdiri hakediyorsun ama yaptığın bu mücadeleyi ne olursa zafer sayacaksın, işte bu konu kafama katıldı.
Gezi parkını olduğu gibi bırakırlarsa mı, hükümet yasakçı zihniyetinden vazgeçerse mi, hatta hükümet istifa ederse mi ?
Hangisi olursa yediğin dayağın karşılığını almış sayacaksın kendini?
Eğer bunlardan birini seçtiysen sevgili direnişçi, bütün emeklerin boşa gitti demektir.
Şöyle bir geçmişine bak direnişçi. Sence sana şu an yapılan zulüm ilk defa mı yapılıyor Türkiye'de ? Daha önceden başkaları yaşamadı mı bunları ? Öyle çok geçmişe de gitme, hani genelde taksimde oluyor ya bu eylemler, görmüşsündür arkadaşlarınla eğlenmeye giderken gösteri yapanları. Hiç dönüp bakmışlığın var mı onlara sevgili direnişçi ? Onlara atılan dayakları gösteren haberleri okumuşluğun var mı ? Medyaya lanetler yağdırıyorsun ya size yapılanları halka aksettirmiyorlar diye, hiç o gurupların sesini duyurmaya çalıştın mı ?
Demek istediğimi anlamışsındır sevgili direnişçi.
Eğer bu direnişten sonra bugüne kadar kulak vermediğin, görmezden geldiğin gurupların gösterilerine ilgi göstermezsen; güçsüze omuz vermeye kalkmazsan; ben istediğimi aldım deyip evinde oturursan, hiç boşuna dayak yeme oralarda. Dön evine.
Eğer hala insanları dinlemeden, anlamaya çalışmadan yargılayacaksan, kendi bildiğini doğru sayıp geri kalanı yanlışta ısrar edenler olarak göreceksen, hiç boşuna gaz yeme oralarda. Dön evine.
Yok o komünist işim olmaz, yok bu türbanlı gerici, yok bu alevi bana ne, yok bu kürt terörist diyeceksen derdini anlatmaya çalışan insanlara, boşuna Toma'nın önünde durma oralarda. Dön evine.
İsyan edene benim ideolojimden mi değil mi diye bakacaksan, güçlü mü güçsüz mü yerine haklı mı haksız mı diye bakacaksan (bu konuda bakınız: HAKLI OLAN MI GÜÇSÜZ OLAN MI başlıklı yazım), yorulma oralarda. Dön evine.
Bunları yapmadığın sürece, bu direnişinin hiçbir anlamı yok. Hükümeti bile düşürsen yenildin demektir. Yenildin, çünkü hükümeti bile düşürsen başkalarına kör sağır olduktan sonra düzen buna benzer bir hükümeti yine başa getirecektir.
Yok eğer bu direnişten sonra artık sadece kendi düşüncende olanları değil, güçsüz durumda olan herkesin yanında olmaya başlayacak, onların da gösterilerine destek amaçlı katılacaksan, şu an, şu dakika Gezi direnişini bırakıp evine dönsen ve oraya topçu kışlası yapılsa bile kazandın demektir. Şu anı kaybetsen de geleceğini kurtardın demektir.
Ezilenler bugün birbirlerine tam destek vermedikleri için bölük pörçükler. Birleşmek ve güçlenmek elimizde. Bunun yolu da direnen herkesin, sadece kendi amacı için değil özgürlükler için, herkesin insanca yaşamaları için birleşmesinde, örgütlenmesinde, dayanışmasında yatmaktadır.
Sevgili direnişçi,
Aranızda zaten bu düşünce ve davranışta olanlar olsa da (onlar bana göre dünyanın en güzel insanları) senin bunları yapacağınla ilgili şüphelerim var. Ama kötümser değilim, çünkü şu birkaç günde aranızdan bu yönde fikir değişimine uğrayanları gördüm. İstanbul'un göbeğinde bize bunları yapıyorlarsa doğuda, güneydoğuda neler yapmışlardır diyenleri gördüm. Bu nedenle umutluyum. Ama zaman gösterecek, bu direnişten sonra geleceğin için zaferle mi çıkacaksın yoksa sadece kendi hesabını görüp zafer elde ettiğini sanarak yenilgi ile çıkacaksın.
Direncin Türkiye'nin geleceğini belirleyebilir. Sen direndikçe umutlar artıyor.
Göstermiş olduğun cesur ve inatçı direnç herkesi olduğu gibi beni de şaşırttı. Medyada da çıktığı üzere çoğunuz hayatınızda ilk defa bir gösteriye katılıyordu ve aranızda bugüne kadar bu tarz eylemlere karışma gereği duymamış halktan, kendi hayatlarını yaşamakla meşgul Atatürkçüler de var.
Bir haftadır cop yedin, su yedin, gaz yedin, yılmadın. Takdiri hakediyorsun ama yaptığın bu mücadeleyi ne olursa zafer sayacaksın, işte bu konu kafama katıldı.
Gezi parkını olduğu gibi bırakırlarsa mı, hükümet yasakçı zihniyetinden vazgeçerse mi, hatta hükümet istifa ederse mi ?
Hangisi olursa yediğin dayağın karşılığını almış sayacaksın kendini?
Eğer bunlardan birini seçtiysen sevgili direnişçi, bütün emeklerin boşa gitti demektir.
Şöyle bir geçmişine bak direnişçi. Sence sana şu an yapılan zulüm ilk defa mı yapılıyor Türkiye'de ? Daha önceden başkaları yaşamadı mı bunları ? Öyle çok geçmişe de gitme, hani genelde taksimde oluyor ya bu eylemler, görmüşsündür arkadaşlarınla eğlenmeye giderken gösteri yapanları. Hiç dönüp bakmışlığın var mı onlara sevgili direnişçi ? Onlara atılan dayakları gösteren haberleri okumuşluğun var mı ? Medyaya lanetler yağdırıyorsun ya size yapılanları halka aksettirmiyorlar diye, hiç o gurupların sesini duyurmaya çalıştın mı ?
Demek istediğimi anlamışsındır sevgili direnişçi.
Eğer bu direnişten sonra bugüne kadar kulak vermediğin, görmezden geldiğin gurupların gösterilerine ilgi göstermezsen; güçsüze omuz vermeye kalkmazsan; ben istediğimi aldım deyip evinde oturursan, hiç boşuna dayak yeme oralarda. Dön evine.
Eğer hala insanları dinlemeden, anlamaya çalışmadan yargılayacaksan, kendi bildiğini doğru sayıp geri kalanı yanlışta ısrar edenler olarak göreceksen, hiç boşuna gaz yeme oralarda. Dön evine.
Yok o komünist işim olmaz, yok bu türbanlı gerici, yok bu alevi bana ne, yok bu kürt terörist diyeceksen derdini anlatmaya çalışan insanlara, boşuna Toma'nın önünde durma oralarda. Dön evine.
İsyan edene benim ideolojimden mi değil mi diye bakacaksan, güçlü mü güçsüz mü yerine haklı mı haksız mı diye bakacaksan (bu konuda bakınız: HAKLI OLAN MI GÜÇSÜZ OLAN MI başlıklı yazım), yorulma oralarda. Dön evine.
Bunları yapmadığın sürece, bu direnişinin hiçbir anlamı yok. Hükümeti bile düşürsen yenildin demektir. Yenildin, çünkü hükümeti bile düşürsen başkalarına kör sağır olduktan sonra düzen buna benzer bir hükümeti yine başa getirecektir.
Yok eğer bu direnişten sonra artık sadece kendi düşüncende olanları değil, güçsüz durumda olan herkesin yanında olmaya başlayacak, onların da gösterilerine destek amaçlı katılacaksan, şu an, şu dakika Gezi direnişini bırakıp evine dönsen ve oraya topçu kışlası yapılsa bile kazandın demektir. Şu anı kaybetsen de geleceğini kurtardın demektir.
Ezilenler bugün birbirlerine tam destek vermedikleri için bölük pörçükler. Birleşmek ve güçlenmek elimizde. Bunun yolu da direnen herkesin, sadece kendi amacı için değil özgürlükler için, herkesin insanca yaşamaları için birleşmesinde, örgütlenmesinde, dayanışmasında yatmaktadır.
Sevgili direnişçi,
Aranızda zaten bu düşünce ve davranışta olanlar olsa da (onlar bana göre dünyanın en güzel insanları) senin bunları yapacağınla ilgili şüphelerim var. Ama kötümser değilim, çünkü şu birkaç günde aranızdan bu yönde fikir değişimine uğrayanları gördüm. İstanbul'un göbeğinde bize bunları yapıyorlarsa doğuda, güneydoğuda neler yapmışlardır diyenleri gördüm. Bu nedenle umutluyum. Ama zaman gösterecek, bu direnişten sonra geleceğin için zaferle mi çıkacaksın yoksa sadece kendi hesabını görüp zafer elde ettiğini sanarak yenilgi ile çıkacaksın.
Direncin Türkiye'nin geleceğini belirleyebilir. Sen direndikçe umutlar artıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)