5 Kasım 2012 Pazartesi

5 KASIM - HATIRLA

36 yaşındaydı ve günlerden 5 Kasım idi. Elinde barut fıçıları ile yakalanmıştı. Tarihin gördüğü en büyük eylemlerden birini yapmak üzere idi. Eğer başarılı olsaydı, yaşadığı 1600'lü yıllardan itibaren tarihin akışı değişecekti.

Guy Fawkes'den bahsediyoruz tabi ki. Ve onu bize muhteşem anlatımı ile tanıtan V for Vendetta filminden. Bu film onu o kadar başarılı anlatmıştır ki zannımca ikisi bir olmuştur artık. Hayali bir kahraman bile olsa Vendetta adeta Fawkes olmuştur.

İngiliz parlamentosunu, içindeki asilzade ve bürokratlarla beraber havaya uçurmaya çalışan Guy Fawkes, amacına ulaşamadan yakalanmış ve idam edilmiştir. Ancak barut fıçılarını tutuşturmak için yaktığı ateş o gün başarılı olmasa da insanların zihninde gerekli etkiyi bırakmıştı. En azından unutulmadı.

Fawkes, artık namı diğer Vendetta, çıplak gözle görülmeyen bir gerçeği gözler önüne sermişti. Düzenin nasıl yalan üzerine kurulduğunu, demokrasi-özgürlük denilen şeyin aslında sanal bir zincir olarak insanların boynuna ve zihnine nasıl geçirildiğini anlatmıştı bize. Taa 1600'lü yıllarda hem de.

Adı cumhuriyet olsun, krallık olsun, sistem demokrasi olsun, otokrasi olsun değişmeyen bir gerçek vardı. Bir avuç güçlü azınlık, kalabalık güçsüzleri ezmektedir. İşin kötü tarafı oydu ki güçlüler güçsüzleri ikna ederek, onların rızaları ile bunu yapıyorlardı. Beyinlerini hapsetmişlerdi çünkü. Çizdikleri hayali dünyada istediklerini demokrat, istemediklerini terörist ilan edebiliyor, ekonomik olarak sömürdükleri insanların kafalarını kalabalık laflarla karıştırıyor, çoğu zaman da dini kullanarak kendilerini alaşağı etmek isteyenleri din düşmanı olarak gösterip halkın önüne linç için atıyorlardı.

Herşeye muktedir idiler.
Çünkü sistem onların sistemi idi.

Vendetta beynimizdeki zincirleri kırmaya çalıştı. 400 sene öncesinin insanı bunu yapabiliyorsa her türlü teknolojik donanıma sahip, kendini okumuş yazmış ve medeni olarak gören günümüz insanı bundan daha da iyisi yapabilmeli. Kolay kanmamalı, olayları analiz edebilmeli, işin perde arkasını görebilmeli, insanları uyarmalıydı. Ama etrafımıza baktığımızda hiç de bu yönde bir umut görmüyoruz.

Okumuş yazmış tayfa kendi keyfinin derdine düşmüş. Hangi avrupa ülkesi gezilir, şarabın hasi nerede içilir, denizin en temizi nerededir, bu sene hangi renkler modadır, hangi barlar in'dir vb kişisel zevkler peşinde koşarken, alt sınıf ise kısa yoldan nasıl köşeyi dönüp yırtarımın derdinde. İş, siyasal tartışmalara ve hareketlere geldiğinde her iki kaypak gurubun da üst sınıf tarafından kolaylıkla nasıl kullanılabileceği zaten bu yaşam şekillerinden belli. Okumayan, araştırmayan, düşünmeyen, kendisinden daha kötü durumdaki insanların halini görmeyen, onlara sadece bir iki dakikalığına acıyıp hayatına dönen bu insan gurubunun kafalarının içine de barut dolu fıçılar koyup ateşlemek gerekiyor.

Dünya bugün yaşadığımız şekilde olmak zorunda değil. Bu dünya herkese yetebilir. Herkes, istediği yemeği yiyebilir, herkes istediği yeri gezip, istediği yönde kendini geliştirebilir. Herkes insanlığa birşeyler verebilir. Yeter ki bu hedefi talep edelim ve o yolda ilerleyelim.

Ve 5 Kasım'ı her zaman hatırlayalım. 5 Kasım, parlamentoyu veya birilerini değil düşüncelerimizi, beynimizi, kendimizi ateşe vermenin günüdür. O ateş bir kere yakıldı mı, artık insanın kandırılmasına imkan yoktur. O bize neyin gerçek neyin yalan olduğunu gösterecek ayıraçtır.

5 Kasım gününüz kutlu olsun.

10 Ekim 2012 Çarşamba

ZÜLKARNEYN - 2

Bir önceki yazımızda kuranda geçen Zülkarneyn isimli kişiden bahsetmiş ve bununla ilgili ayetleri yazmıştık. Bu yazımızda ise Zülkarneyn ile ilgili çok ilginç yorumları olan bir yazardan, İskender Türe'nin aynı isimli kitabından bahsedicez. Zülkarneyn'ni araştıran kişilerin mutlaka okuması gereken bir kitaptır.

İskender Türe daha önceden bahsettiğimiz ayetleri çevirirken kelimelerin köklerine inmekte ve o kelimelerin kuran'da başka hangi anlamlarda kullanıldığına bakmaktadır. Aslında bu yöntem kuran'ı okurken izlenmesi gereken bir yoldur. Herkes Arapça bilmeyebilir ama piyasada bulunan kitaplarda veya internette bununla ilgili kaynaklar bulunabilir. Daha basit bir yol ise bu yolu izleyen yazarları bulup okumak ve yazdıklarını başka yazarların yazdıkları ile kıyaslamaktır.

Bu ve benzeri yollar izlendiği zaman, daha sonra da bahsedeceğimiz gibi, kuran'ı hiç anlamadığımızı göreceğiz. Allah'ın seçtiği kelimeleri, sıradan bir insanın günlük konuşmasında kullandığı kelimelerle aynı tutup bu şekilde anlayıp yorumlamak, hatta bazen hiç anlamayıp resmen uydurmak, işin derinlerine inildiğinde sık rastladığımız durumlardandır. Bu nedenle kuran'ın sırf çevirilerden 'hakkınca' anlaşılamayacağını, biraz araştırma yapmak gerektiğini de belirtmiş olalım.

Zülkarneyn, eski zamanlarda yaşamış biridir ama Türe'ye göre yapmış olduğu seyahatler uzaysal boyuttadır. Zülkarneyn ayetlerinin daha başında geçen sebep kelimesinin yukarıya çıkmaya yarayan bir araç olduğu yorumunu yapmakta ve yaptığı yolculuklarda nerelere gittiğini, ayetlere dayandırarak yerlerini, örneğin bu yerlerden birinin Orion takım yıldızında olduğunu tespit etmektedir.

Yine kehf suresinde geçen yecüc-mecüc'ün de bu seyahatleri sırasında gittiği bir gezegende (yerini de belirterek) yaşadıklarını, onlardan şikayet edenlerin ise ona yakın başka bir gezegende yaşadıklarını söylemektedir.

Türe'nin yorumlarının hepsini buraya almanın imkanı yok. Ayetlerden yola çıkarak Zülkarneyn'nin nerelere gittiğini belirten Türe'nin yorumlarını çok ilginç ve kitabının mutlaka okunması gerekmektedir. Bu yazıyla biz sadece kendisini tanıtmak istedik.

Fakat ortada belirsizlik var. Zülkarneyn'nin dünya ile irtibatı nedir ? Dünyada nasıl bir iz bırakmıştır ki insanlar onu soruyor ? Yecüc-mecüc başka bir gezegende ise nasıl oldu da geçmişte dünyaya geldiler ve gelecekte de gelecekler ?

Bu konudaki gelecek yazımızda Zülkarneyn'in kim olduğu, neden geçmişten bugüne iz bırakarak geldiği ile de ilgili olarak Bay X'in yorumlarına başvuracağız. Ve kendisinden, Zülkarneyn'i anlatan eski çağlardan kalma çok önemli yazıtların olduğunu ve bunların çevirilerini göreceğiz.

Bununla da kalmayacağız. Bay X'den çok daha önce Zülkarneyn ismini bile bilmeyen bir yabancı yazarın yazdığı bir kitaptan bahsedip, Zülkarneyn'nin gelecek nesiller için, yani bizim için bıraktığı yazılara bakacağız. Çok daha ilginci, kendi görüntüsü olduğunu sandığım hologramik görüntülerle ve kendi sesiyle başından geçenleri anlattığı kayıtların varlığından bahsedeceğiz.

Geçmişimizin sırrı, yaşanan olaylar, tarihimiz bizzat Zülkarneyn tarafından anlatılmaktadır ve bu kayıtlar maalesef pek bilinmediğinden hala saklı olarak tutulmaktadır.

7 Ekim 2012 Pazar

TEK DİŞİ KALMIŞ CUMHURİYET

Akp'nin cumhuriyetin temellerine ilişkin yapmış olduğu değişiklikler özellikle laik kesim tarafından kaygıyla izleniyor. Refah partisi iktidarıyla beraber başlayan laik kesimin cumhuriyete sahip çıkma güdüsü Refah sonrası gerilemişken, Akp'nin kökten kararları ile yeniden alevlenmeye başladı.

İyi de bu laik kesim hangi cumhuriyete sahip çıkmaya çalışıyor ?

Gelin yaşanan bir örnek üzerinden bakalım neye sahip çıktığımızı.

Bir firmada şoför olarak çalışan bir akrabam, firmanın iflasını açıklaması ile tazminat ve son birkaç ayda ödenmemiş maaşı ile 30-35 bin lirasını kaybetti. Fabrika satılırsa paralarını belki alırlar ama fabrikaya da borçları nedeniyle banka el koymuş durumda. Yüzlerce ailenin hakkı buhar oldu uçtu.

İşte savunduğumuz cumhuriyet budur.

Zengin olan banka, alacağına hemen el koyabilirken, işçiler yılların emeklerinin boşa çıkmasıyla kaldı. Firma sahibi yıllardır iflası açıklamasının sinsi planı ile üzerindeki tüm mal varlığını akrabalarının üzerine geçirirken mahkeme bütün bu işlemleri görmezden gelip, buraya kadar diyor. Devlet ise bütün bunlara seyirci olmanın ötesinde, bu yapının sürmesi için gerekli kuralları koyuyor.

Düzen, üçkağıtçının ve büyük firmaların çıkarlarına göre işliyor.

Akp'ye karşı çıkarak, modernizmi savunup gericiliğe karşı çıktığını düşünenler aslında bu düzenin sürmesini istiyor. Onlara sorarsanız, tabi ki düzenin böyle olmasını istemediklerini söyleyecekler ama Akp'den önce bu düzenin değişmesi için ne yaptıklarını sorarsanız, hiçbir şey yapmadıklarını ve düzenin partilerine oy vermeye devam ettiklerini görürsünüz.

Peki Akp ne istiyor, bu düzeni adaletli şekilde değiştirmek mi ?
Tabi ki hayır. Sadece başkalarının faydalandığı bu sistemi aynı tutup sadece kazananın kendi adamları olmasını istiyor.

Peki Akp'ye karşı mevcut cumhuriyeti savunanlar kimler ?
Bu cumhuriyetin kaymağını olmasa da yoğurdunu yiyenler. Kaymağını yiyen kesim Akp'den kendilerine tabi olurlarsa yaşamlarına ve gelirlerine karışılmayacağı garantisini aldılar. Diğer kesim ise işi gücü olan, gelecekle ilgili olumlu hayaller kuran, gezip tozup eğlenebilen kesim. Hal böyleyken, sistem onları mutlu ederken, ezilenlerin tarafına pek bakmak istememişlerdi. Hala da bakmıyorlar. Tek istedikleri hayatlarına karışılmaması.

Tüm kavga bundan ibarettir. Akp'nin düzeni de kurulsa, mevcut düzen de devam etse olan yine gariplere olacaktır.

Öyleyse bu kavga fırsattır. İkisini de istemediğimizi, adil bir düzenin gelmesi gerektiğini, herkesin emeğinin karşılığını kaygı duymadan alabileceği bir düzeni savunduğumuzu haykırmanın zamanıdır.

İlerde bir yol ayrımı görülüyor. Tercih yapma zamanıdır.

30 Eylül 2012 Pazar

ZÜLKARNEYN - 1

Zülkarneyn, Kuran'da kehf suresinde geçen bir kişinin adıdır ki anlamı çift boynuzlu/zamanlı demektir. Çift boynuz başlı başına bir konu teşkil edecek bir meseledir. Uzayın yapısından, antik çağlara kadar uzanır. Bu ismin Zülkarneynde kullanılmış olması ayrıca dikkat edilmesi gereken bir hususdur.

Zülkarneyn hadisesi geçmişi ve geleceği anlamak için önemli bir konudur. Yaptığı yolculuklar insanlığın tarihini değiştirmiştir. Ve Zülkarneyn'nin geleceğe bıraktığı mesaj torunlarımızın göreceği büyük bir olaydır.

Önce Kurandaki Zülkarneyn ayetlerine bakmakta fayda var.
Hepsini yazmıyoruz. Kehf suresi 83'den itibaren bakılabilir :

83. (Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: "Size ondan bir anı okuyacağım."
84. Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik.
85. O da (Batı'ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu.
86. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. "Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın" dedik.
......
92. Sonra yine bir yol tuttu.
93. İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu.
94. Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?"
95. Zülkarneyn, "Rabbimin bana verdiği (imkan ve kudret, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım" dedi.
96. "Bana (yeterince) demir madeni getirin" dedi. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince "körükleyin!" dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, "Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım" dedi.
97. Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler.
98. Zülkarneyn, "Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir" dedi.
99. O gün biz onları bırakırız, dalga dalga birbirlerine karışırlar. Sonra sûra üfürülür de onları toptan bir araya getiririz.
100, 101. O gün cehennemi; gözleri Zikr'ime (Kur'an'a) karşı perdeli olan ve onu dinleme zahmetine dahi katlanamayan kafirlerin karşısına (bütün dehşetiyle) dikeriz!
......

Zülkarneyn islamdan önce de bilinen bir konudur (sana onu sorarlar diye başlıyor). Demek ki dünyada izleri var. Peki o zamanlar bilinip de unutulup giden bu Zülkarneyn kimdir ?

Bununla ilgili peygamber sonrası pek çok yorum çıkmıştır. Tabi ki her yorum insanların kendi kültür ve anlayış düzeyleri ile ilgili olmuş. Örneğin Zülkarneyn büyük iskender'dir diyenler olmuş; onun dünya üzerinde gittiği büyük alanlara bakarak. Neticede ayetler de Zülkarneynin yukarıda yazmasak da bayağı bir yolculuk yaptığını anlatıyor.

Bu klasik yorumlar arasında en ilginci, Yecüc Mecüc denilen yaratıkların Türkler olduğunu söyleyenlerin olmuştur. Tarih kitaplarımız yazmaz ama Türklerin müslümanlığa geçişi Araplar tarafından yapılan büyük katliamlarla olmuştur. Araplar Türkleri hiç sevmemiş, hakkımızda bu şekilde yorumlar bile yapılmıştır.

Yecüc Mecüc büyük kıyamet alametlerinden biridir. Ortaya çıktıklarında kıyamet kopmaya yakın demektir. Ayetler yecüc mecücün geçmişte bir yerde yaşadığını ama Zülkarneyn'in onların insanlarla irtibatını geçici bir süre kestiğini anlatıyor.

Yecüc-Mecüc, insan dışında canlılar mı?

Sayıları öyle çoktur ki denizdeki kum gibidirler ve dalga dalga her yerden geleceklerdir.

Evet, Kuran gelecekte bunların olacağını söylüyor. Ve bu canlılar ile insanları ayıran bir Zülkarneynden bahsediyor.

O halde kimdir bu Zülkarneyn, nereye, ne zaman ve nasıl yolculuk yapmıştır. İnsanlarla yecüc-mecüc arasına nasıl bir engel koymuştur ve bu engel nasıl ortadan kalkacaktır.

Sonraki yazılarımızda bu konuda ilginç bulguları olan bir yazardan ve ondan daha da ilginç olan Bay X'in yorumlarından bahsedip, dünyadaki Zülkarneyn'in izlerini bu yorumlar ışığında inceleyeceğiz.

21 Eylül 2012 Cuma

ÖNERİYORUM : 5 + 1

Hayır, hayır bu bir eğitim sistemi önerisi değil; çalışma hayatı önerisi.

Mevcut iş hayatı sistemimizden memnun olan yoktur herhalde. Herkes tatil için çalışıyor. Hafta sonlarını iple çekenler mi dersin, sonbaharda yazın çıkacağı tatilin hayalini kuranlar mı dersin. Bunun pek çok nedeni var ama konumuz bu değil.

Önerdiğim sistem yapılabilirliği kolay bir şey değil. Ancak devlet eliyle yapılırsa anlamlı olur ama bu, bireysel olarak yapılamayacağı anlamına gelmez.

5+1'den kastım, 5 sene çalışma ve 1 sene tatil yapmaktan ibaret. Bu sistemde emeklilik yok. Emekliliğe gerek de yok. İnsanlar emekli olmak ister çünkü hem sevmedikleri işlerde çalışırlar hem de kendilerine ve ailelerine/arkadaşlarına zaman ayıramazlar. Dinlenmek isterler. Bir ömür doğru düzgün dinlenemeden çalıştıkları için rahatlamak isterler ama her emekliliğin sonu pişmanlıktır. Pişmanlıktır çünkü para kazanayım derken gençlik de orta yaşlılık da hayallerle beraber gider ve bir bakarsınız ki yaşlanmışsınız.

5+1 sisteminde emekliliğe gerek yok çünkü insan yıpranmaz. İsteyen çalışmayı istediği yaşta bırakabilir ama 1 sene boş olmak, hayalleri gerçekleştirmek, 5 senenin bütün yorgunluğunu atar. Bütçeniz ölçüsünde dünyayı veya ülkenizi gezebilir, müzik enstrümanlarını öğrenebilir, dans-spor-fotoğrafçılık vb kurslarına yazılabilir, çocuğunuzla doya doya zaman geçirebilirsiniz. Bu sistemde hafta sonu tatili ve yıllık izinler devam edecek ama her 5 seneden sonra kendinize zaman ayırıp ne istiyorsanız onu yapabileceksiniz.

Peki, hangi parayla olacak bu ?

Eğer bu devlet sistemi olacaksa, ki doğrusu da budur, her 5 senede bir kıdem tazminatınız verilecek. Yani züğürt çıkmayacaksınız tatilinize.
Yok devlet sistemi olmayacaksa, iş size kalmış demektir. Yaşamak mı gelecek kaygısı mı karar vermeniz lazım. Buna göre 5 sene boyunca para biriktirmeye ve ayrılırken de kıdem tazminatınızı alabilmek için iyi ilişkiler kurmaya dikkat edeceksiniz. Bireysel bazda bunu yaparsanız belki bir eviniz olmayacak, belki çocuklarınızı özel okullarda okutamayacaksınız ama yaşayacaksınız. Sevdiklerinizle beraber yaşayacak, hayallerinizi ertelemeyeceksiniz. Bir ömür yaz gelse de tatile çıksam veya emeklilik gelse de pılımı pırtımı toplayıp güneye yerleşsem demeyeceksiniz. Çünkü bunları 5 senede bir yapabileceksiniz.

İşin bam teli, dediğimiz gibi yaşamak mı gelecek kaygısı mı sorusuna verilecek cevapta saklı.
Bilindiği gibi birisi işten ayrılırken etraftaki herkes "aman önce bir iş bul, sonra ayrıl" der. Bu insanların hepsi size aynı zamanda aman krediyle falan ev al da der. Aman hemen evlen, ileriki yaşlarda çocuk sahibi olursan çok zorlanırsın da der. Der de derler. Çünkü bu insanlar gelecek korkusu ile yaşar.

Tam haksız olmasalar da sadece bu korkuyla da yaşanmaz.



21 Ağustos 2012 Salı

BİR TERÖR ANALİZİ

Antepteki terör olayları tırmanan terör eylemlerinin devam edeceğini gösteriyor. Şehit haberleri geldikçe de insanlarımız daha da gerginleşiyor. Sinirler gerildikçe vuralım, kıralım, dağıtalım diyenlerin sayısı da artıyor.

Peki neden oluyor bu olaylar ? Neden terör yine azdı son yıllarda
Bununla ilgili güzel bir analiz Banu Avar'ın yazısından okunabilir :

http://www.guncelmeydan.com/pano/bu-tipik-bir-cia-mossad-operasyonudur-cia-gazetecileri-suriye-yi-suclayacaktir-banu-avar-t32354.html

İnsanımızın düşünmeyi sevmediğini hepimiz biliyoruz. Bu nedenle perde arkasını görmeye çalışmayı zahmetli bulur ve önlerine ne konulursa onun peşinden gitmeyi sever. Bunu bilen akıllı ve sabırlı güçler uzun yıllardır bizi zaten bu şekilde yönettiler.

80 öncesi komünizm korkusu yarattılar gelişen sola karşı. Bu öyle bir propagandaydı ki sağcı ve/veya dindar insanların komünizm hakkında bildikleri tek şey vardı. Komünizm=Allah'sızlık demekti. Bu nedenle onunla savaşılmalıydı. Emperyalistler bir güzel deney daha yapmışlardı üzerimizde.

Terör olayları da benzer bir deneyin yapıldığını gösteriyor. Suriye'ye girmeye karşı olan halkı bu kanala yönlendirmeye, fikrini değiştirmeye çalışıyor. Terör azdı çünkü Suriye destek veriyor demeye getirecekler. Suriyeye girilip, kamplar temizlenmezse, Esad devrilmezse, hergün şehit haberleri gelmeye devam edecek diyecekler.

ve düşünmeye meraklı olamayan halkımız bu zokayı yine yutacak. Yine emperyalistlerin istediği olacak.

Bu bağlamda Müslüman hükümetimizin zalimlerle yapmış olduğu ittifaka da değinmek lazım. Bunu ayrı bir yazı ile ilerde yazacağız. Ben müslümanım diyen bir kişinin zalime/emperyaliste karşı "cihat" ilan etmesinin gerektiğini kurandan göreceğiz. Ama ne acıdır ki müslümanlığına toz kondurmayan halkımız zalimlerle kol kola olmaktan zerrece sıkılmıyor.

Bu olaylara baktığımızda Hüseyin Akgün'ün neden kaçırıldığını daha iyi anlıyoruz. Yapılmak istenen Suriye operasyonuna karşı muhalefeti toplumun gözünde düşürmek ve herkesi hükümetin etrafında birleştirmek. Nasıl olsa toplum önüne konulan haberlere bakacak, örneğin Hüseyin Akgün'ün sadece ne yaşadıysa onu anlattığını görmeyecek, onun söylemediği sözleri söylemiş gibi gösteren yazılara inanacak ve onu ihraç etmeyen chp de birden pkk sempatizanı olacak. Zaten Amerikan'ın Türkiye temsilcisi gibi davranan Akp'li Şamil Tayyar'ın kaçırılma sonrası söylediği "muhabbetleri bol olsun" sözü durumun önceden planlandığını gösteriyor (tabi tahmin edebileceğiniz gibi Tayyar, PKK'nın antep saldırısı sonrası hemen, Suriye istihbarat kaynaklı dedi. Tayyar'ın her sözüne dikkat edilmeli. ABD'nin planlarını söylüyor adeta)

Tam burada bir psikolojiye de değinmek gerekiyor.

Sosyal medyada yapılan yorumlara bakıyorum da sanırız ki Türk şaha kalktı. Sanırız ki herkes eline silah alıp terörle savaşacak. Suriyeye girelim, yeter artık dendiğinde kükremiş sel gibi akacak. Ama işin özünün bu olmadığını, insanların kendilerini ve başkalarını kandırmaya çalıştığını biliyoruz.

Suriyeye girmeye, ileride devam edecek olan terör olayları ile kimse itiraz edemez hale gelecek. Ama buradaki ilginç psikoloji şudur: suriye'nin dişimize göre bir rakip olmadığını, onu rahatlıkla yeneceğimizi biliyor insanlar. Bu savaşın şehirlere pek gelmeden son bulacağını biliyor. Yani asalım, keselim diyenler aslında dün, neden hiç zenginlerden şehit çıkmıyor diyenlerle aynı kişiler olacak. Suriye ile savaşta kendilerinin ölmeyeceğini, o eleştirdikleri zenginlerle aynı safta olduklarını görmek istemiyorlar.

Demek istediğimiz şey şu. Neden Suriye yerine, bizi yıllardır birbirimize kırdıran, PKK'yı besleyip büyüten, bizi sağa sola savaşa iten Amerika'ya karşı savaşmıyoruz ?

Sıkar değil mi ?

Sıkar çünkü, böyle bir savaşı türkiye'nin kazanması çok zor. Böyle bir savaşın şehirlere sıçrayacağı, herkesin katılması gerektiği de aşikar. Rahat rahat kimse tatile gidemeyecek, kimse arkadaşlarıyla barlarda tozamayacak, kimse ağız tadıyla sevişemeyecek, kimse güvende olmayacak.

İşte sırf bu yüzden, sırf kendi rahatımız için, bugün oturduğumuz yerden, gücümüzün yeteceğini bildiğimiz PKK'ya, Suriye'ye kükrüyoruz. Çünkü ölecek kişilerin biz olmayacağımızı, başkalarının ölüp bizim arkalarından ah şehidim vah şehidim diye timsah gözyaşları dökeceğimizi biliyoruz.

14 Ağustos 2012 Salı

YILMAZ ÖZDİL ELEŞTİRİSİ

Çok tutulan bir yazar olduğu ve benim de çok sık okuduğum, bu nedenle de daha önceden yazmak istediğim ama fırsat olmadığından yazamadığım bir yazıyı, Özdil bugün bana tekrar hatırlattığı için fırsat bu fırsat yazayım dedim.

Öncelikle Yılmaz Özdil'in bugünkü Hüseyin Akgün'ün kaçırılması ile ilgili aşağıdaki yazısını okumakta fayda var.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21223482.asp?utm_source=twitterfeed&utm_medium=facebook

Sizce gayet normal mi ? Zeka ürünü mü?

Daha öncelerden Yılmaz Özdil'in yazılarında hissettiğim bir tuhaflık, rahatsızlık vardı ama ne olduğunu bilemiyordum. Belki de ona yakıştıramadığımdan olumsuz bakmıyordum yazılarına. Taa ki "Dersim katliamı" ile ilgili yazılarına kadar. O yazılarda, ki pek çok kez kaleme aldı, herşey çok net ortaya dökülmüştü.

Yılmaz Özdil, olaylara ezilenlerin yanında değil ideolojisinin yanında bakıyordu. İdeolojisinin yanında durmakla da kalmıyor onu kutsallaştırarak toz kondurmuyordu. Onu korumak uğruna gerçekleri görmemezlikten geliyordu.

Sadece Dersim olayları ile ilgili değil, daha sonra yaşanan Uludere olayları ile ilgili yazdığı yazı vb yazılara da toplu olarak bakıldığında, emin olabiliriz ki Yılmaz Özdil'in de eline güç geçince ideolojisini sertçe uygulayan ve karşıtlarına aman vermeyenlerden pek farkı yok. Şu an bunu göremiyorsak bunun nedeni elinde böyle bir güç olmamasındandır. Ama yazıları çok net olarak bunu gösteriyor.

Hüseyin Akgün ile ilgili yazdığı yazı da bu şekilde. Dersimde isyan olmuş ! hadi diyelim ki oldu; bu, devletin oraya gidip bebek, kadın, yaşlı, genç eli silahsız herkesin öldürülmesini haklı mı kılıyor? Bir kez olsun yazmadı işin bu tarafını. Seyid Rıza'nın mektuplarını, onun yazmadığı pek çok yerde gösterilmesine rağmen ısrarla onu İngiliz ajanı gibi göstermeye çalışıyor. Hüseyin Aygün'ün Ahmet Hakan ile tv'de yaptığı programda söyledikleri de ortadayken onun hakkında yazdığı bu çarpıtmalarla Atatürkçülerin gözünde kaçırılma olayını "oh olsun" demeye getirtiyor.

Özdil zaten Kılıçdaroğlunun CHP'nin başına gelmesinden de hiç hoşlanmamıştır. Araları da yoktur bu nedenle. Merak ediyorum da Dersimli olduğu için mi ? Genel başkan olduğundan beri ona karşı hep bir tavrı oldu.

Önyargı iyi bir insan özelliği değildir.

Daha önceden yazdığımız "kazananların tarihi" ve "tutarlı ve insan olabilmek için düşünme yöntemi" yazılarımızda olaylara nasıl bakılması ve nerede nasıl saf tutulması gerektiğinden bahsetmiştik.
İnsan olmak için ideolojisi ne olursa olsun ezilenin yanında durmak gerek. Aksi halde tarih bizi karanlığın saflarında anacaktır.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

RAMAZAN = ŞİDDETE ÇAĞRI MI ?

Malatyada bilindiği gibi Alevilere karşı yine olaylar tertipleniyor. Belli ki yine kan dökülecek. Yeni değil aslında bu olaylar. Daha önceden de güneydoğuda Alevilerin evlerinin işaretlendiği söylenmiş ama kimse oralı olmamıştı. Alevi olmayanlar da bu olaylara tepkilerini dile getirdi ama gerçekten öyle mi? Gerçekten fakrında mıyız, bu olayların sebeblerinin başka olaylara gösterdiğimiz beğeniler veya kabullenişler olduğunu.

Ramazan geldi. Geldiği gibi her sene yaşadığımız olayları tekrardan yaşamaya başladık. Televizyonlarda her kanalda saatlerde ramazan programları yapılıyor. Çoğumuz da dini aydır, ibadet ayıdır vs diyerek bunları izliyoruz veya yadırgamıyoruz. Normal karşılıyoruz. Oysa hiç de normal bir olay değil.

Bu ramazan programları bir tahakkümdür. Türkiye laik bir ülke ise iki seçenek vardır.
1- bütün yurttaşlarının dini ibadet zamanlarında aynı şekilde programlar yapılır
2- ya da hiçbiri için yapılmaz.

Bazı özel kanallar, kuruluş amacını belli ederek bunu yapabilir. Ama bütün ulusal ve devlet kanalları istisnasız bunu yapıyorsa, ortada bir sorun var demektir. Bu ülkede başka dinden yurttaşlar yaşadığı gibi, islamı farklı yorumlayan müslüman inançlar da var. Bütün bu insanlar devlete vergi veriyor ve onun kanunlarına tabi oluyorsa, neden onların inanç zamanlarında aynı şekilde programlar yapılmıyor?

Çoğunluk mudur bunun nedeni ? Eğer öyleyse totaliter bir devlette yaşadığımızı ve bu tarz uygulamalara ses çıkarmayarak onun savunucusu olduğumuzu kabul edelim.

Demokraside ve insan haklarında bir kişinin hakkı ile bir milyonun hakkı arasında fark yoktur. Çoğunluk medyada kendine yer buluyorsa azınlık da bulmalıdır ki alevi vb farklı inançları, gayri müslimleri sayarsak hiç de azınlık bir guruptan bahsetmediğimiz anlaşılır.

Bu devlet hiçbir zaman laik olmamıştır. Her zaman iktidarda sünni bir yapılanma olmuştur ve devlet bu inançla yönetilmiştir. Osmanlıdan günümüze bu açıdan bir değişim olmamıştır.

İşin kötü tarafı, bugün Alevilere yapılan saldırıların arkasında bu yayınların oluşturduğu psikoloji de vardır. Ramazanda her kanal, her gazete, bütün sosyal medya sünni inancını beynimize böylesine kazırsa ve kendine demokrat diyenler buna itiraz etmezse tabi ki o sünni guruptan bazıları çıkar, kendi inançlarının doğru olduğunu, yoksa herkesin böyle aynı şeyi yüzyıllardır tekrar etmeyeceğini, kimsenin de buna karşı gelmediğini, dolayısıyla doğruluğunu kabul ettiğini söyleyip, alevilerin veya başka bir gurubun sapkın olduğunu savunup onlara saldırabilir.

Demokrasi ve insan hakları savunucusu olmak, olaylar olup bittikten sonra tepki göstermekle olmaz. Yaşanılan her şeyde, özellikle kendi inancının, kendi düşüncesinin yararına olan herşeyde durup, bu hoşuna giden şeyin insan haklarına uygun olup olmadığını düşünmekle olur.

Burada sadece ramazandaki medya yayınlarından bahsettik. Bunun gibi daha nice örnekler var.
Yaşanan bu olaylarda kendi inancımıza hoş şeyler yaşandığında susmamızın payı vardır. Yaşanacak olaylardan hepimizin sorumluluk payı vardır.

22 Temmuz 2012 Pazar

ORUCUMUZ GEÇERLİ Mİ

Kimse itiraf etmese de aslında herkes işine gelene inanıp, ibadetlerini de kendi bildiğine göre yapıyor. Aksini söyleyen olduğunda, pek bilgisi de olmadığından topu başkalarına atarak, o böyle diyor, şu şöyle diyor diyerek, yaptığı yanlışı devam ettirmek için vicdanını rahatlatmış oluyor.

Topluluklara uyup bireysel sorumluluğu üzerinden atmanın psikolojisine daha önceden değinmiştik. Din, bu durumun en açık şekilde yaşandığı konulardan biri. Dinine laf attı diye adam öldüren fanatikten tutun da ibadet etmeyen, sadece inanan en hafif müslümanına kadar kimse Kuran'ı dahi okumamış, bizi şaşırtıp okumuş olanlarsa onu anlamak için hiç çaba göstermemişlerdir. Bu durum dinde ruhban sınıfının oluşmasına sebebiyet vermiş, diyanet ve benzeri kurumlardaki din bilginleri denilen kişilerin ağızlarından çıkanları uygulayan bir toplum yaratmış. Yaptığının yanlış olduğunu hissettiğinde veya birisi ona gerçeği söylediğinde de bu kadar insan yanlış mı yapıyor diyerek topu bu sefer kalabalık olmanın gücüne atıp rahatlıyor.

Dolayısıyla hacı-hoca tayfasına çok kızamıyoruz. Onları bu tembel toplum besliyor. Bu üşengen, bu sorumluluktan korkan insanlarca oluşan toplum bir günah keçisi aramış ve zaten buna yer arayan ve her dinde var olan bu iktidar olma heveslisi dini liderlerce yönetilmeye razı olmuştur.

Ama acı gerçek o ki, kendimizi kandırabiliriz ama Allah'ı asla.

Oruç için sahura kalkma zorunluluğu olmadığı biliniyordur herhalde. Bu bir seçenektir ama yüzyıllardır zorunluluk gibi yaşanmaktadır. Sahura kalkmışken namaz gibi ibadet de yapılıyorsa bu durumun dinen faydalı olduğu söylenebilir ama aksi halde uykunun bölünüp yemek yenilmesi ve tekrar yatılmasının faydalı mı zararlı mı olduğunu bilim adamları biraz araştırmalı.

Asıl işin kötü tarafı iftar vaktinde. Oruç, siyah iplik beyaz iplikten ayrılınca başlıyor. Bu andan itibaren yemek, içmek yasak. Orucun açıldığı saat ise gecenin/akşamın çöktüğü an. Kuran burada yine siyah iplik beyaz iplik örneği vermiyor ama bu örnek hem sabahı hem akşamı açıklar. Yani orucun siyah iplik beyaz iplikten ayrılamadığı yani artık karanlığın çöktüğü anda açılması lazım.

Peki öyle mi yapıyoruz ? Hayır.

Orucumuzu daha hava aydınlıkken açıyoruz. İftar vakti gökyüzüne bakarsanız havanın hala aydınlık olduğunu görürsünüz. Bu aydınlığın birazının şehrin ışıklarından olduğunu varsaysak bile (ki bu saatlerde bu yaz aylarında pek ışık yakan yok) yine de orucun erken açıldığı görülür.

Demek ki tuttuğumuz oruçları kendi elimizle bozuyoruz !

Oruç tutan arkadaşlarımı hep uyarmışımdır bu konuda. Tuttuğunuz oruçları bozuyorsunuz, dolayısıyla oruç tutmamış gibi oluyorsunuz dediğimde bana hep yukarıda bahsettiğim gibi bir sen mi biliyorsun bunu; koca diyanette binlerce adam var hergün kuran okuyan, onlar görmüyor da bir sen mi görüyorsun (görmedikleri çok şey var, onlardan da bahsedicez); herkes mi yanlış yapıyor vb gibi savunmaya geçiyorlar.

Bu aşamadan sonra tabi ki yapacak bir şey yok. Artık Allah'ın merhametine sığınmaları lazım. Haksızsam sorun yok ama haklıysam Allah'ın ne karar vereceğini ancak ahirette göreceğiz. Bakalım, kulum niyet etmiş, dayanmış, tutmuş deyip orucu geçerli mi sayacak yoksa kuranda çok sıkça bahsettiği "onlar aklını hiç çalıştırmaz mı" veya "hiç araştırmaz mı" benzeri uyarıları bize hatırlatıp geçersiz mi sayacak.

Ramazanla ilgili yazmaya devam edeceğiz














16 Temmuz 2012 Pazartesi

TEMBELLİĞİ YENMENİN YOLU

İşten eve döndüğümde ben de herkes gibi ağır bir yorgunluk hissediyorum. Tek yapmak istediğim şey koltuğa uzanmak oluyor. Yazın sıcak havaların rehaveti, kışın soğukluğu da eklenince adeta eşyaya dönüşüyorum; nefes almayan, hareket etmeyen.

Ama bütün bunlara rağmen yine de spor yapıyorum.

Peki nedir tembelliğimizi yenmenin yolu ? İrade mi ? Evet, biraz lazım ama değil.

Tembelliği/ataleti yenmek üzerine yazılmış yığınca kitap var piyasada. Seminerler var. Tembelliğin nedenlerini analiz edip bu yolla onu çözmeye çalışan bilimsel sayılabilecek yayınlar var. Ben kendi çözümümü bulduğum için ne yazıyorlar okumaya pek gerek duymadım. Ama bu konu üstüne kitap yazdıklarına göre çözümü bulamadıkları belli oluyor. Bulsalardı küçücük bir el kitapçığı yeterli olurdu.

İşin çözümü çok basit. Tek bir cümle ile ifade edilebilir :

DÜŞÜNME, YAP !

Harekete geçmemizi engelleyen şey düşüncelerimizdir. Bir şeyi ne kadar çok düşünürsek, onu yapmamak için o kadar çok mazeret buluruz. Örneğin ben de her gün eve geldiğimde, spor yapmamak için kendime onlarca mazeret buluyorum. Bu sıcakta spor mu yapılır, çok yorgunum, bugün yapmıyim yarın yaparım, güzel bir film var onu izliyim öyle yaparım vb vb. Mazeretler bitmez. Benim her gün yaptığım şey ise düşünmeyi kesip, hazırlanarak spor salonuna doğru yönelmektir. Düşünmeyi kesmenin yolu kolay. Ya bir şarkı söylersiniz, ya o gün hoşunuza giden veya gitmeyen bir şeyi düşünürsünüz, ya bir şey hayal edersiniz vb. Zaten başka bir şey düşünüp yürümeye başlayıp işe koyulduğunuz anda mazeretler yok olmaya başlıyor. Artık vücut, yapmaya mecbur hissetmeye başlıyor onu. Size teslim oluyor. Adeta, yapayım da kurtulayım diyor.

Sadece spor için değil, her konuda bu böyledir. Yurtdışına çıkıp tüm ülkeleri mi gezmek istiyorsunuz, evinizi mi temizlemeniz lazım, dans kursuna mı yazılmak istediniz, hayatınızda bir değişiklik mi lazım, dağcılık-motor-yüzme vb sporları mı yapmak istiyorsunuz ? Anında beyniniz mazeretler üretmeye başlar. Tek yapmanız gereken düşüncelerinizi bu konudan uzaklaştırıp, gidip gezi turuna / dans veya spor kursuna kaydolmak veya elinize temizlik malzemelerini almaktır. İşi oldu bittiye getirmektir.

Hayatımızla ilgili bir karar verirken en doğru an, en enerjik olduğumuz andır. Tabi onu beklemeye zamanımız varsa. Hayat enerjidir. Enerji harcamadan hiçbir şey yapamayacağımıza göre yorgun, bitkin olduğumuz anlar yeni bir şeye başlamak için uygun karar verme anları değildir. Kendimizi en neşeli, en mutlu hissettiğimiz anda karar verirsek daima ileriye adım atan insanlar oluruz.

Bir kere kararı verdikten sonra onu nasıl uygulayacağımızı biliyoruz artık. Düşünmeyip yapmak. Dediğimiz gibi iradenin bunda çok payı yok. Eğer bu yöntemi deneyip hala olmuyorsa ve kendinize olmayışının nedenlerini sayıyorsanız düşünmeye devam ediyorsunuz demektir.

Atalarımız boşu boşuna "düşün düşün çoktur işin" dememiş.

Düşünmekle hiçbir şey değişmez. Şimdi hareket zamanı

22 Haziran 2012 Cuma

HAKLI OLAN MI GÜÇSÜZ OLAN MI

Zaman içerisinde insan davranışlarında, düşüncelerinde değişiklik olması normaldir. Yeni koşullar yeni düşünceler yaratabilir, her ne kadar insanın fikrini değiştirmesi çok zor olsa da. Ama öyle anlar gelir ki insan fikrini, davranışı değiştirdiğinde öncekisinden utanç da duyabilir. Bu tarz durumlara düşmemek için olaylara belli ilkelerle bakmak gerekir. Böylece hem sonradan pişman olacağımız yanlış düşüncelere kapılmaz hem de tutarlı olmanın yolunu bulmuş oluruz.

Özellikle siyasal alandaki konularda çoğu zaman insanlar nasıl düşünmesi gerektiğini, nasıl karar vereceğini şaşırabilmekte. Dahası bir konuda verdiği tepki benzer başka bir konuda verdiği ile çelişebilmekte. Bu durum onu etkilere karşı da açık bırakmakta, bir düşünme yöntemi olmadığından, kendisi fikir üretmek yerine fikirlerini beğendiği kişilerin o konudaki fikrine bakmakta ve o öyle diyorsa doğrudur diye onun dediğini tekrar edip savunmakta.

Doğal olarak insanlar olayları kendi düşünceleri ile yargılar. Fakat bunun altında yatan asıl duygu haklı olma duygusudur. Kendi düşüncesini ve o düşüncede olanları haklı, karşı tarafı haksız olarak niteler ve buna göre tavır alır. Ama haklılık/haksızlık görecelidir ve neticede karşı taraf da kendisinin haklı olduğunu düşünür. Ayrıca özellikle siyasal olaylarda yoğun bir bilgi bombardımanına tabi tutuluruz. Medya bizi istediği gibi yönlendirmek için haklıyı haksızı birbirine karıştırır.

O halde olaylara daha farklı bir yoldan bakmak lazım. Bu yol da kimin haklı kimin haksız olduğu değil kimin güçlü kimin güçsüz olduğudur.

Güçsüz olanın yanında olmak bize hem değişen şartlarda farklı davranmamanın ilkesini hem de karşımızdaki ile empati kurup insani davranmanın yolunu açar. Fikirleri bizimkinden tamamen zıt olan insanların yaşadığı sorunlarda onların yanında yer alabilmemizi sağlar. Bu kişiler ilerde güçlenir de karşıt güçlerden öç almaya kalkışırsa yine güçsüzün yanında olarak niyetimizin belli bir ideolojik düşüncedeki bir sistemin değil kimsenin ezilmemesini sağlayan bir sistemin savunucusu olmayı sağlar. Böylece körü körüne din olur, siyasal düşünce olur bir ideolojinin kalıpları arasında sıkışıp, yanlış uygulamalara da sessiz kalmayı önlemiş oluruz. Medyanın beynimizi yıkamak için, yapılan haksızlıkları haklı göstermek için yalan yanlış yapacağı propagandalara da kanmamış oluruz.

Bütün toplumların ihtiyacı olan şey de budur gerçekte. Güce tapma uzun yüzyıllardan beri insanlığın sorunudur. Güce tapılması ve ona sahip olunmaya çalışılmasının nedeni onun hiç yerilmemiş, tam tersine doğrudan yada dolaylı olarak hep övülmüş olmasıdır. Oysa haklı dahi olsa güçlünün eleştirilmesi gerekir. Hakkı olanı alırken bile elindeki gücü kullanarak istemese bile sınırı aşıp güçsüz olanın hakkına da tecavüz edebilir. O nedenle güçlü olan her daim bu gücü kullanırken korkmalı, tereddüt etmelidir. Atak ve cesur davranmamalıdır. Bunun yolu da gücün ve güce sahip olmanın eleştirilmesidir. Böyle ideal bir toplumda hiç kimse tek başına güce sahip olmaya kalkışamaz. O gücü birileri ile paylaşıp sorumluluğu dağıtmak ister. Bu da zaten demokrasin tanımıdır. Gücün belli ellerde toplandığı bir ortamda demokrasi olamaz. Demokrasi için gücün paylaşılması gerekir. Gücü elinde tutanın o gücü paylaşmayı istemesi için de hangi düşüncede olursa olsun herkesin gücü ve güçlünün kararlarını eleştirmesi gerekir; kendi çıkarına olsa bile.

20 Haziran 2012 Çarşamba

AİLE YAPIMIZA VE AHLAKA MUGAYİR

Muhafazakarlar bir şeyi yasaklamak istediklerinde genellikle konunun Türk aile yapısına, örf ve adetlerine, genel ahlaka aykırılık iddiasında bulunurlar. Tuhaf olanı, bu iddiaların bütün mantıksızlığı ve tutarsızlığına rağmen savunucularının hiç de az olmaması.

Türk aile yapısı nedir, ahlaka uygun Türk gelenekleri, davranışları nedir; kim tanımlamıştır bunları, kim uyar, kim uymaz, hangi yaşta başlar bu kurallara uygunluk vb pek çok konu belirsizdir. Bu belirsizlik nedeniyle de işlerine geleni bu kalıbın içine koyabilmektedirler. Tabi işin içine ahlak adı altında dini kurallar da girmekte. Din altında da kültürümüze, yaşantımıza giren Arap geleneklerini kendi ırkının, kendi yaşam şeklinin olmazsa olmazı olarak görmek zaten başlı başına ilginç bir vaka

Merak ediyorum, hep övülen, yere göğe sığdırılamayan bu Türk-İslam ahlakı, adeti, geleneği, göreneği ve aile yapısı içinde neler var.

Mesela özellikle doğuda yaygın olan hayvanlarla cinsel ilişki var mıdır bunun içinde? Biz de yapmalı mıyız bunu?

Çocuklara, bırak çocuğu, bebek yaşındakilere hem de toplu tecavüz bu geleneğin parçası mıdır? Öyle olmalı ki ceza bile almıyor bu insanlar. 
Senede kaç tecavüz vakası yaşanmakta nezih toplumumuzda büyüklerimiz açıklasın. Biz de tecavüz etmeli miyiz geleneklerimizi yaşatmak için?

Eşcinsellik Türkün ecdadından mı geliyor ki bu kadar çok  lezbiyenlik veya travestilerle cinsel ilişki vakaları olmakta. Hepimiz eşcinsel miyizdir?

Muhafazakar kesimin oylarını aldığı en büyük kesimin yaşantısını anlatan sabah programlarında yaşananlar da göreneklerimizin tam merkezi olmalı. Cem Yılmaz’ın dediği gibi tüm mahalle tren yapmış haberimiz yok. Komşularla yalan rüzgarı çevirmek mahalle hayatımızın vazgeçilmezi midir ?

Zina, zinhar bize yakışmaz ama Türk gençlerimizin bir yılda hayat kadınlarına verdiği para iç borcu kapatır.

Baldız baldan tatlıdır diyerek saldıran anlayış evlilik bağlarımızı güçlendirmekte midir ?

Geçmiş zamanda yazılan Aşk-Memnu bize aile içinde yaşanan çarpık ilişkileri mi anlatmakta yoksa hayalden mi ibarettir ? 
Kadınları dövmek de sanırım olmazsa olmaz aile yapımızdan. Osmanlı tokadı kadına vurmakla mı gelişmiştir ?

Çocuğun psikolojisi bozuluyor diye film yasaklayıp, sigaraları mozayiklerken “göster bakayım pipini” davranışı veya daha çocukken eline oyuncak olarak silah vermek herhalde ata yadigarı olmalı

Hergün üçüncü sayfalarda çıkan cinayetler, aldatmalar, sapıklıklar dini ahlakla yoğrulmuş yüce milletimizin vazgeçilmez özelliğini mi gösterir yoksa ruhsal bozukluğun zirvelerinde olduğumuzu mu ?

Yürürken çarpıştığı için bile kavga edip adam öldüren toplumumuzda cinayet, erkekliği gösteren en büyük öğe midir ?

Yardımlaşma duygumuz yere göre sığdırılmazken tüm yardım organizasyonlarındaki paraların, hem de muhafazakarlarca iç edilmesi de Allaha yakın olmak olsa gerek.

Yetim hakkı yemek dinimizde cehennemlik olmakken her türlüsünü yapan dindar arkadaşlar, Allah’ın bu konuları pek bilmediğini mi düşünmekteler ? 

Kendi inandığını başkalarına kabul ettirmeye çalışmak insanımızın hümanizmi midir, içindeki faşistliği mi ?

Ahlaka mugayir lafını pek beğenen büyüklerimiz bütün bunları yapan ve çoğunluğu muhafazakar olan insanlarımızı nasıl değerlendirmektedirler? Milletin dediği olur diyenler bu yapılanları onaylamakta mıdır ? 
Bunlar gibi daha bir çok örnek verilebilir.
İşin asıl vahim tarafı, içinde bulunduğumuz bozuk ruh halimiz. Aile yapımızı tehdit ediyor, çocuklarımızın psikolojisini bozuyor, dinimize, geleneklerimize uymuyor diye bir şeylere karşı çıkan insanlar nedense benzerini fırsatı bulunca yapmaktan çekinmiyor.

Yasaklar hiçbir şeyi çözmez. Çözüm isteyen derine inmelidir.

4 Mayıs 2012 Cuma

SÜTÜ BOZUK

Hükümet çocuklara okullarda bedava süt dağıtacağını duyurduğunda pek çok kişi bunu alkışlamıştı. Televizyonlarda biz böyle büyüyemedik maalesef diye nerdeyse ağlayarak haberi sunan spikerler vardı.

Oysa çok açık bir gerçek var ortada. Doğu kültüründe sütle beslenme geleneği yoktur. Süt batının beslenme anlayışıdır.

Peki bu batı beslenmesinden, eğitimine, ekonomisinden, ahlakına her şeyi nerden alıyor : kapitalizm'den
O kapitalizmin birinci amacı da kar etmek. Buna tam zıt olarak insanın birinci amacı ise sağlık. Kapitalizmin kar amacı ile çelişen bir istektir bu çünkü sağlıklı üretimin maliyeti yüksek.

Bizim beslenme geleneğimizde süt yoktur. İçmişse kımız içmiştir ama onu da çay gibi, içki gibi içmiş. Çünkü doğu kültürü sütün çok da faydalı olmadığını bilir. Sütü yoğurt, peynir vb dönüştürerek tüketir ki doğrusu da budur. Sütteki besinlerin en iyi şekilde alınma yöntemi budur.

Ama doğayı bozan, her şeyi makineleştiren, doğu kültürünü aşağılayan batı, bilimi silah gibi kullanıp yaptığı her şeye mazeret olarak sunmakta. Batı kendi kültürünü, kendi ırkını üstün göstermek için bilimi nasıl kullandıysa, sanayisinden akan paralarla beslediği üniversitelerden ve sahte bilim adamlarından istediği raporları alabilmekte, gerçeği çarpıtabilmekte. Örneğin batının bu bilimi bugün, kendisinden kaynaklanan hastalıkları utanmadan genetiğe bağlayabilmektedir

Sütte yapılan kafa bulandırıcı bilgiler de bunlara bir diğer örnek

Neyse ki sosyal medyada son yıllarda sütün zararları üzerine pek çok yazı yayınlanıyor, haber yapılıyor. Hükümetler bunları görmezden gelmeye çalışıyor mümkün olduğunca tabi. Eh kolay değil, kapanacak çok yer olur doğruyu söylerlerse. Serbest piyasamız kabul etmez böyle bir müdahaleyi

Özellikle kutularda satılan sütlerin bırakın yararı zararı olduğu biliniyor. Yüksek ısılarda yüksek basınçlarla üretilen bu sütün tek bir amacı var : raf ömrünü uzatmak. İçindeki proteinlerin yok olmuş olması, daha da kötüsü vücudun bu "yabancı maddeyi" sindirmek ve vucuttan atmak için ölümüne çabaya girmesi hiç umurlarında değil tabi ki.

Şişelerde satılan pastörize süt, kutulardaki kadar kötü olmasa da onlarda da bozulma var. Pastörize ediyoruz, en doğalı bu denilen yöntemde de sütün bozunmasını geciktirmek için içine bazı katkıların katıldığı ve ısıların olması gerekenin üzerine çıktığı belirtiliyor. Nasıl olsa denetim de yok. Ki bunu zaten bu şişe sütlerinin günlük olmamasından anlıyoruz. Bu sütler de dört gün dayanıyor sözüm ona. Bu da pastörize sütlerin de doğal olmadığını gösteriyor.

Herkesin bildiği bir diğer konu hayvancılığın da makineleşmiş olması. Hayvanlara verilen doğal olmayan besinler, hormonlar vb nedenleriyle bu canlılara makine muamelesi yapılıyor, sadece verdiği süt, yumurta, et miktarına bakılıyor. Bunu arttırmak için de her türlü sağlıksız yol deneniyor.

Yapılması gereken şey, çocuklarımıza süt vermek değil, sütün doğru koşullarda üretilmesini sağlamak ve sütü yoğurt, peynir vb olarak tüketmektir (hazır satılan yoğurtlarda da süttekine benzer durum var). Aksi halde çocuklarımızı kendi elimizle zehirleriz.

Tabi böyle bir şeyi, GDO'lu gıdaları yasal hale getirmeye çalışan, yandaş zengin etmekten başka bir şey düşünmeyen bir hükümetten bekleyemeyiz.

Bugün batıda dahi çocuklara süt verilmemesi için uzmanlar yayınlar yapmaya başladı. Merak edenler netten araştırıp bulabilirler.


17 Nisan 2012 Salı

ENUMA ELİŞ - YARATILIŞ MI EVRİM Mİ - 2

Herşey yüzbinlerce yıl önce başladı. Tanrılar yeni kaynak arayışları için kendi gezegenlerini terkedip başka gezegenlere yolculuk etmeye başlamışlardı. Ve yolları dünya ile kesişti. Aradıkları madenleri, kaynakları bu gezegende buldular.

Önce koloniler kurdular. Yapılar inşa ettiler. Öncü grup analizler, etütler, çalışmalar yapıp kendi gezegenlerine sonuçları gönderdiler. Dünya aradıkları yerdi.

Onların dünyasında da yönetenler ve yönetilenler vardı. Daha çok sayıda geldiler. İş için geldiler.

Yaptıkları iş kolay değildi. Kimi zaman en zor koşullarda yerin yüzlerce metre altına inmek zorunda kaldılar. Aylarca, yıllarca çalıştılar.

Ve gün geldi, artık isyan noktasına geldiler. Yönetilenler ağır çalışma koşullarına ve kendi dünyalarından uzakta bulunuşlarına dayanamz hale geldiler. Durum ciddiye binince serzeniş bir çözümle son buldu.

Enki, yönetici tanrıların en bilgini ve zekisi bir öneri getirdi.

"Doğum tanrıçası hazır burdayken,
bir ilkel işçi yaratsın
boyunduruğu o taksın
tanrıların işini o yapsın"

Bilim kurgu filminden alınmış gibi duran bu anlatılar ilerde göreceğimiz dini kitaplardaki benzerliklerle kıyaslanınca ciddiye binmeye başlıyor.

Tanrılar hizmetçi istiyordu kendilerine. Peki bunu nasıl yapacaklardı. Bu hizmetçi bir hayvandan daha çok yeteneğe ve zekaya sahip olmalıydı.

Ve deneyler başladı.

Doğadan alınan canlıların hücreleri ile yapay dölllenmeler yapıldı. Ortaya karmaşık canlılar çıktı. Mitolojilerde gördüğümüz üstü insan altı at veya teke (kentorlar, satyrler) vb karışık cinsler ortaya çıktı.

Çıktı ama sonuç olumsuzdu. Hiçbiri tanrılara hizmet edecek durumda değildi. Ne fiziksel yapıları ne de zekaları uygundu istenen amaca.

Ve bilge Enki duruma müdahale etti. Doğada kendilerine en yakın olan hayvanı alıp, tanrıların genleri ile karıştıracaktı.
"Tanrının sureti verilecekti bu canlıya". Toprağın kili ile tanrının kanı karışacaktı.

Zaten Enki, dünyayı ve üzerindeki canlıları incelediğinde bu gezegenin ve üzerinde yaşayanların kendi gezegenleri ile uzaktan akraba olduğunu anlamıştı (Sümer metinleri Dünyanın oluşumunu da anlatmakta).

Ve laboratuvar işlemi ile insanın yaratılışı başladı. Doğadan alınan maymun-adamın (homo erectus) kökü ile ile tanrıların geni karıştırıldı

Tekvin :
Ve Elohim insanı kendi suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı


(Devam edecek)

24 Şubat 2012 Cuma

ENUMA ELİŞ : YARATILIŞ MI EVRİM Mİ - 1

Bugüne kadar insanın ortaya çıkışı ile ilgili olarak bize hep iki görüş anlatıldı. Birincisi yaratılış düşüncesi, ikincisi de evrim kuramı. Oysa binlerce yıl önce yaşamış olan Sümerler, bize üçüncü bir yolun daha olmuş olabileceğini anlatmaktadırlar.

Yaratılış kuramı bize insanın tanrı suretinde yaratıldığını söylerken evrim kuramı, (insanın maymundan geldiği gibi yanlış bilinen bir söylemi değil) insanla maymunun aynı atadan geldiğini söyler. Tam da bu noktada aslında yaratılışçıların pek değinmediği, ancak birisi hatırlatınca dile getirdikleri ve farklı yorumlara girdikleri bir kuran ayeti var aslında:

bakara suresi 65-66 ayetleri : "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz. Onlara "Aşağılık birer maymun olunuz" dedik; Bunu o zamandakilere ve ondan sonrakilere bir ibret, müttekiler için de bir nasihat kıldık"

Darwin evrim kuramını oluşturmadan yüzlerce yıl önce aslında evrim kuramı İslam düşünürleri tarafından dile getirilmişti. Hatta bugün dahi evrimcilerin henüz pek savunmadıkları tersine evrim kavramı bile 14'cü yüzyılda yaşayan İbni Haldun tarafından dile getirmişti (ki, bu kişi ayrı bir yazı konusudur).

Tabi yaratılışçılara bu ayetleri sorarsınız size "aslında onu demiyor, şunu ima ediyor, şöyle demek istiyor" gibisinden açıklamalar yapacaklardır. İşin ilginç yanı, kuran, bu ayeti söylerken bu olayın gelecek nesillere bile ibret olmasını söylüyor. Yani olayın önemine ve gelecek nesillerin bunun üzerine özellikle düşünmelerini söylüyor.

Konumuz bu değil. Sadece Sümer yazıtlarındaki insanın yaratılışı açıklanırken yaratılış ve evrim düşüncelerine benzerliği görülecek ve sık sık biz de din ile bu destanlar arasındaki bağlantılara değineceğiz.

Destan dedik de bu yazıtlar hayali birer yazı, uydurma, efsane, eskilerin masalları mıdır yoksa ciddiye alınması gereken ve içinde bilimsel pek çok bilginin bulunduğu belgeler midir?

Efsane olmadıkları, bu yazıtların doğru ve önem verilerek okunması halinde güneş sisteminin oluşumunu bile anlatmalarından görülebiliyor. Bununla da kalmayıp güneş sistemindeki tüm gezegenleri (ve bizim henüz bilmediğimiz Marduk gezegenini) büyüklüklerine ve yörüngelerine göre dahi çizebilmişlerdir.

Aşağıdaki resmin sol üst köşesinde güneş merkezde olmak üzere ve tüm gezegenler görülmektedir. Resmi tarihin, güneşin, güneş sistemin merkezinde olduğunun ancak 1500'lü yıllarda Kopernic tarafından dile getirildiğini söylediğini de unutmayalım. Burdaki gezegenlerin çoğunun Kopernikten de sonra bulunduğunu da unutmayalım


Öyleyse Sümer yazıtlarına sadece destan veya masal gözüyle bakılamaz.

Belki de insanlığın durup bi soluklanması gerekmektedir. Kendisini ve evreni anlamak için dünya dışında uydular kurma, uzay araçları gönderme gibi çok masraflı işlere girmeden önce, belki de tüm dikkatini eski yazıtları aramaya ve ordan elde edeceği bilgilerden öğrenecekleri ile bu işlere girmesinin en doğru kaynak kullanımı olabileceğini düşünmesi gerekmektedir.

Sümer yazıtları bize gösteriyor ki ne kadar geriye bakarsak, o kadar ileriyi görebileceğiz.

Bir sonraki yazıda insanın yaratılışı ile ilgili eskilerin söylediklerine bakacağız

22 Şubat 2012 Çarşamba

TARİH SÜMERLE BAŞLAR

İnsanlık zaman geçtikçe acaba gerçekten ileriye doğru mu gidiyor? Her geçen gün, bir öncekinin üzerine yeni bilgiler inşaa ediyor muyuz ? Örneğin zamanda geriye gittikçe bilim, teknoloji, felsefe vb dallarda da geriye doğru gidildiğini görüyoruz. Önce ortaçağa gidiyoruz; bugüne göre daha geri bilgi birikimi görüyoruz; zamanda daha geriye gittikçe de daha geri bir insanlık görüyoruz.

Ama sonra bir şey oluyor. Geriye gittikçe birden aydınlık bir çağ görüyoruz. Bilimde, felsefede vb bütün alanlarda bugün bile anlayamadığımız ileri bir seviyeyle karşılaşıyoruz. Piramitler bunun en görkemli örneği olarak duruyor.

Peki noldu da bu geçmiş dönemlerde insanlık bu kadar ilerledi de sonra gerilemeye başladı.

Neyse ki bununla ilgili elimizde yazılı kaynaklar var. Neyse ki bu kaynaklar bize bunun nasıl olduğunu açıklıyor.
Bu sır kapısı Sümerler ile açılıyor.

Sümerler bilindiği gibi MÖ 3000 yıllarında yaşamış bir topluluk. Bu kadar eskilere giden tarihçiler, tarih Sümerle başlar der. Bu cümleyi yanlış anlayan veya anlamak istemeyen (nedenini görücez) kişiler “ne yani Sümerlerden önce kimse yaşamadı mı, hiçbir bilgi yok muydu” diye sorar. Yaşadı tabi ki. Fakat bu cümlenin anlamı, Sümerlerin ilk insanlar oldukları değil, görkemli bir yazılı kayıt ve medeniyet bırakmış olmalarıdır. Onlardan önce de bunlar vardıysa (örneğin Atlantis, Mu) onlar hakkında bilimsel verilere sahip değiliz.

Sümerlerin medeniyeti, gelişmişlik düzeyleri aslında yazıtlarına bakılırsa çok da kendilerine ait değil. Bu bilimin başkalarından alındığını açıkça yazmaktadırlar. İşin ilginci bu öğretilerin kaynağı kendilerinden önce yaşamış insanlar değil.

Bu geçmiş duruma bakıldığında, insanın düşünsel gelişiminde evrimin pek de söz konusu olmadığını görüyoruz. En başta olan ve dolayısıyla en ilkel olması gereken insanlar aslında bugün bile bilmediğimiz sırlara vakıftı. Bu sırlar hem evren, hem insanın yaratılışı vb çok geniş bir bilgi dağarcığını içeriyordu.

Fakat zamanla bu bilginin kaynağı ile insanlar ayrılmaya başladı. Öğretmenler öğrencilerini artık yalnız bırakmıştı veya geri plana çekilmişti. İşte bu noktada bir bocalama evresi yaşandı. Öğretmenlerinden aldıkları temeli olmayan veya anlaşılamayan bilgiler zamanla unutulmaya yüz tuttu. Diğer bilinenlerin çoğu ise insanın o günkü kapasitesinin üzerinde olduğu için ve zaten belli bir azınlıkça bilindiği için onlar da unutulmaya yüz tuttu. Belli bişr azınlık bu bilgilerin bir kısmını gizli bir şekilde saklasa da bu kadim bilgilerden çok azı kaldı geriye.

Bundan sonra üçüncü evre yaşandı. Artık insan kendi ayakları üzerinde yürümek zorunda idi. Bu üçüncü evre bildiğimiz dönemi açtı. Geçmişten bugüne yavaş ama sürekli ilerleyen evre. İnsanın tırnakları ile kazıyarak oluşturduğu evre.

Neyse ki Sümerler öğrendikleri bu bilgileri yazmayı seçmişler. Aksi halde bugün hala pek çok soruya tutarlı ve çok geniş bir bütün içinde cevap veremeyecek, olaylara daha geniş bir açıyla bakamayacaktık. Bu sorular ve cevaplar içerisinde güneş sisteminin oluşmasından, insanın yaratılışına, dinlerin ortaya çıkışından, bugün bulup da anlam veremediğimiz geçmiş dönemlere ait yapı ve teknolojik aletlere kadar pek çok şey gizli. Ve bunları okumadan, insanın en temel sorularından biri olan ben kimim sorusuna hakkıyla cevap veremeyiz.

Biz bu cevaplardan sadece insanın yaratılışını ve dinlerin oluşumunu, din kitaplarından ve bugünkü bilimden daha farklı ve ayrıntılı olarak Sümer kayıtlarında nasıl anlatıldığına bakacağız. Ve o zaman bugünkü inanç ve düşüncelerimizi de sorgulamamız gerektiğini göreceğiz.

7 Şubat 2012 Salı

DİNCİNİN PSİKOLOJİSİ

Dincilerin değişmez bir psikolojisi vardır. Etraflarındaki herkesin kendi inançları doğrultusunda yaşamasını isterler. Müslüman dinci için de geçerli bu hristiyanı, musevisi için de. Kendi hayatında dindar biri olarak yaşamak yetmez onlara. İlla başka insanların da onlar gibi veya onların koyduğu kurallara uyarak yaşamasını ister. Yeri gelir kendisine yardım etmeyen, kendi halinde dinini yaşayan dindar insanlara da kızar.

Dinleri onları nasıl olsa cennete göndermiyor mu? İyi de o zaman nedir kendileri gibi olmayanlarla alıp veremedikleri ? Herkes istediği gibi yaşasın ve ahirette de onlar cennete öbürleri cehenneme gitsin. Olay neden bu kadar basit olamıyor.

Acaba içlerinde dünya nimetlerinden vazgeçmiş olmanın verdiği sinir ve tatminsizlik mi var. Elalem çatır çatır yaşarken, kendileri bu dünya güzelliklerine nefs deyip burun kıvırmak zorunda kaldıkları için mi diğer insanlara karşı olan bu hırsları. İntikam mı almak istiyorlar onlardan. Bu nedenle mi cenneti Yunus gibi tanrıya yakın olmak olarak değil de dünyada yaşayamadıkları zevkleri tatmin yeri olarak görüyorlar. Tasvir ettikleri cennet bu dünyada günah olarak tanımladıkları şeylerden ibaret değil mi.

Acaba şeytandan Allah'tan korktuklarından daha mı fazla korkuyorlar. Onların gözünde şeytan, dünya hayatına dalmış insanların içinde. Onlar nefslerine ve dolayısıyla şeytana yenilmiştir. O şeytanın bir gün kendilerini de kandırabileceklerinden mi korkuyorlar. Acaba dışarıya karşı çok inançlı gözükseler de içlerindeki bu imanın biraz sallayınca yıkılacak çürük bir temelden ibaret olduğunu görmekten mi korkuyorlar. Bu nedenle mi diğer insanların yaşadıkları hayatı yok edip bütün dünyayı dinlerince düzenlemek istiyorlar. Tüm hayat kendi dinlerince olunca artık o dünyevi unsurların gözlerine gözükmeyeceğini ve içlerindeki, aslında tam tatmin olmamış kendileri ile bir ömür karşılaşmayacaklarını ve huzur içinde yaşayacaklarını mı düşünüyorlar

Acaba inandıkları tanrıya mı bütün öfkeleri. O tanrı ki kutsal kitaplarda kötülerin başına hep felaket getirdiğini, onlara sadece biraz mühlet verdiğini, kimi zaman kavimleri yok ettiğini söylemiş. Ama günümüzde hiç de böyle şeylerin olmaması, kötü dedikleri o başka hayatı yaşayanların yüzyıllardır gayet mutlu ve eğlenceli yaşadıklarını görüp, inandıkları tanrının niye onlara bir felaket getirmediğine mi kızıyorlar. Tanrının yapmadığını mı yapmak istiyorlar.

Acaba hayatlarına anlam katmak için mi böyle yapıyorlar. Küçüklüklerinden beri ancak kendileri gibi olanlarla birşeyler paylaşabilmek ve anlaşabilmek zorunda olmanın verdiği ruhsal boşluk nedeniyle mi bu hareketleri. Aslında çok sıkıldıklarından mı yapıyorlar. Aynı topluluk içinde yok olmuş kişilikleri acaba bu şekilde mi değer kazanabiliyor. İnsanın kendini gerçekleştirme isteği, hayatında bir amacının olması gerekliliği ancak bu şekilde mi tatmin olabiliyor. Hepsi bir kalıptan çıkmış gibi yaşayan bu topluluk içinde, bu şekilde mi kendi olabiliyor. Başkalarını dönüştürebilmek veya boyunduruğu altına alabilmek artık onun için tek bir başarı ölçütü mü oluyor. Ve ancak bu şekilde mi takdir edilme hissi yaşayabiliyor.

Kendisini değil de başkaları değiştirmeye çalışan insanlar kendi içlerine bakmaya korkan insanlardır. İlla ki bir psikolojik sorunu vardır bu insanların. Bu sorun ne kadar büyükse kişinin başkalarına tavrı da o kadar sertleşir. Bu kişi bu eksikliğini sürekli hisseder. Bu hissi gidermenin tek yolu, kendisi gibi olanlarla bir araya gelip sürekli birbirlerini motive etmekten geçer. Birbirlerini bileyip keskin bıçak olurlar.

Acaba demokrasi burada nasıl davranmalı ? Bu şekildeki insanlara örgütlenme olanağı mı vermeli yoksa onları engellemeli mi ?

Cevapsız bir soru olmasa da cevabı zor bir soru.

20 Ocak 2012 Cuma

MUTLU İNSANLAR VE ERMENİ MESELESİ

Mutlu olmak isteyen insanların çevrelerindeki olayları fazla sorgulamadıkları bilinen bir gerçek. Bununla da kalmazlar, onları mutlu edecek bilgilere inanıp geri kalan bilgilere sırt çevirirler. Misal, bilim dünyanın yuvarlak olduğunu ispatladığında bile uzun yıllar buna inanmayan insanlar olmuştu.

Resmi tarih de tam olarak bunun için vardır. Görevi yalan söylemektir. Mutlu olmak isteyenlere güzel bir dünya sunar. Mutluluk delisi insanlar da okudukları bu tarihe dört elle sarılmakla kalmaz, ona aykırı şeyler söyleyen insanları kafirliğe varan ithamlarla suçlar.

Aslında bu durum bir kaçış psikolojisidir. Gerçeklerle yüzleşmekten korkan insanlardır bunlar. Çünkü gerçekler sorumluluk yükler insana. Hesap sormayı gerektirir, isyan etmeyi, karşı koymayı. Ama bunların bir bedeli vardır. Mutlu insan etliye sütlüye karışmaz, iç hesaplaşma yaşamaz. Vicdanının sesini bastırmıştır o. İnsan olduğunu, insanın yükümlülüklerini unutmuştur. Birileri onun yerine düşünür, onun yerine karar verir. O da koyun gibi onların peşinden gider. Mutlu insana çoban lazımdır, çünkü korkar karar almaktan ve onun sorumluluğunu taşımaktan.

Bu nedenle mutlu insanlar otoriteyi sever. Sığınacak bir limandır o. Katı, astığı astık olan lideri alkışladıkça huzurla dolar. Onun karakterinde kendi kişiliğini eritir. İçindeki insani sesleri güce taparak bastırır. Mutlu insan ancak topluluk içinde yaşayabilir. Ancak bir topluluğun üyesi olunca korkularını giderebilir. Yalnızken güçsüzdür, kararsızdır, kendinden emin değildir. Bu nedenle mutlu insan ait olacabileği bir topluluk, parti bulduğunda tehlikeli bir insana dönüşür. Gözü kara bir militan olabilir bir anda.

Mutlu insanlar hayatta kendileri adına bir şeyi gerçekleştiremedikleri için ancak başkalarının yaptıkları ile övünür. O yapılanlar kötü olsa bile. Yeri gelir partisinin yaptıklarını yeri gelir atalarının yaptıklarını savunur. Nasıl olsa resmi tarih onlara her türlü mazereti de sunar yalanları ile. Bu nedenle mutlu insanlar mazlumun değil zalimin yanındadır her zaman. Ataları ve tarihi şanlıdır onların. Adeta tanrı tarafından kutsanmış hatasız ırktır onunki. Ataları veya şimdiki partileri, gurupları her ne yapmışsa doğru yapmıştır.

Mutlu insanlara yapacak bir şey yok. Onlar uyumak istiyorlar. Ama bu uykudan uyanmaya çalışanlar bir karar vermeli.

Mutlu mu olacaklar, mutsuz mu. Zalimin mi yanında olacaklar, mazlumun mu. Daha önceden "Kazananların Tarihi" yazısı ile tartıştığımız gibi tarihi zafer kazanan efendilerin tarafından mı okuyacaklar yoksa ezilenlerin, hor görülenlerin, yenilenlerin tarafından da mı. Hakkı, güçlü olana mı verecekler, insani değerlere mi.

Tarihimize de bu açıyla bakmamız gerekir. Tarihte yaşanan sorunlar ırkların sorunu değildir. Örneğin Türk Ermeni sorunu olmamıştır aslında. Gücü elinde bulunduran yönetici kesim ile yönetilen kesim arasındadır tarihteki sorun. Eğer biz tercihimizi insanlıktan yana koyup yaşanan acıları paylaşmazsak, kendimizi ırkdaşı olduğumuz yönetici güce ait olmaktansa ezilene ait görmezsek, geçmişte onları ezen o güç gün gelecek bizi de ezecektir. Gücün, otoritenin ırkı yoktur çünkü. Nitekim aynı güç yıllar sonra Dersimi ezmiştir. Aynı güç bugün karşı devrim yapmaktadır ve karşı koyanı ezmektedir.

Dink'in öldürülmesi olayında en azından olumlu seyler de oldu. İnsanlar olaylara gururla değil insanlıkla bakmaya başladı. Kendini ötekinin, mağdur olanın yerine koymaya başladı. Henüz tarihe de bu şekilde bakış açısı gelişmedi ama en azından bu yönde fidanlar ekildi yüreklere.

Demek ki insanlara bazen yaşayarak değil ölerek anlatabiliyorsunuz bazı şeyleri

16 Ocak 2012 Pazartesi

LAİKLİK, BİREY VE DİN

Birey laik olmaz devlet laik olur demişti başbakanımız seneler önce. O zamanlar belediye başkanıydı sanırım. Ama değişerek geliştim dese de bu konuda değişmediğini Mısır ziyareti sırasında gördük.

Peki nedir bu laiklik?

Laiklik din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır gibi ilkokul çocukları için yapılmış tanımlar kullanmıcaz elbette. Doğru olmakla beraber çok eksik bir tanımdır.

Avrupa'dan aldığımız bu yönetim biçimi, bir zorunluluğu ifade eder. Modern dünyanın bir ihtiyacıdır laiklik. Geçmiş uzun yıllar boyunca devletler dini kurallarla yönetildi ve bu yöntemin başarısız olduğu görüldü.

Laiklik esas olarak sanayi toplumu ile ortaya çıkmıştır. Hem halk hem siyasi otorite üzerinde etkisi bulunan güçlü bir dini grubun gücü kırılmıştır. Ama neden? Gerekli miydi bu?

Gerekliydi çünkü yeni dünyanın aktörleri olarak burjuvazinin fikri hür, vicdanı hür kişilere ihtiyacı vardı yaşayabilmesi için. Bu nedenle de kader inancı içinde atıl duran, derebeyi ile dini önderinin sözünden çıkmayan köylüyü alıp yepyeni bir dünyanın içine işçi olarak sokması gerekiyordu. Bu yeni dünyanın kuralları dini inançlarla değil akıl ile konulacaktı. Ahretsel değil dünyasal olacaktı. Çünkü burjuvazi, bilimi ve teknolojiyi de kullanarak gelişiyordu ve teknoloji sürekli yeni yaşam şekillerini ortaya koyuyordu.

İşte bu nedenle çıkmıştı laiklik. Toplumsal hayatın kurallarını dine göre değil, zamanın ihtiyaçlarına göre akılcı bir yolla belirlemek ve bireylerin bu kurallar içerisinde yaşamasını sağlamak. Bu bağlamda laiklik, bireylerin hangi inançta olduğu ile ilgilenmez. Önemli olan toplumun belli bir inançla yönetilmemesi ve hiçbir grubun başka bir gruba da kendi inancı doğrultusunda baskı yapmamasıdır.

Bu toplumsal düzenin adı laikliktir ve bunu benimseyen ve buna göre yaşayan kişi de laiktir. Tıpkı demokratik bir toplum düzenini savunan ve buna göre yaşayan bir insanın demokrat olması gibi.

Müslüman, laik olmaz veya kişi, laik olmaz diyenler bir çarpıtma yapmaktadır. Laikliği dini bir inanç olarak göstermektedirler. Oysa ki laiklik bir yönetim biçimidir. Dinlerin karşıtı laiklik değil ateizm'dir.

Sadece devlet laik olur diyenler devleti sadece polis olarak görüyor herhalde. Onlara göre laiklik karşıtı bir durum olduğunda devlet müdahale edip önler. İyi ama pratikte bu nasıl mümkün olacak? Örneklerini geçmiş yıllardan beri yaşamıyor muyuz. Oruç tutmadı diye bıçaklananlar, otobüste mini etek giydi diye tartaklananlar vb. Bunları laik devlet nasıl önleyecek. Kişi dayağı yedikten sonra veya öldürüldükten sonra gelip suçluyu mu tutuklayacak. İş işten geçtikten sonra ne anlamı olacak? Hele ramazan ayında sıkça yaşanan oruç tutmayanlara yapılan psikolojik baskıyı nasıl önleyecek?

Sivasta yaşanan facia hala akıllarda. Laik bir devlette, laik olmayan insanların neler yapabileceğinin en kötü örneklerindendir.

Oysa laik bir birey, başkasını kendi inancına uymaya zorlamaz. Dolayısıyla laik bireylerden oluşan bir toplumun gündelik hayatında zaten böyle bir sorun yaşanmaz.

İşin dini boyutu da var. Laiklikle ilgili belki de yazılı ilk kayıt ve tanım Kuran'da geçer. Allah kulu ile kendisi arasına kimsenin girmemesini özellikle istemektedir. Bununla da yetinmemektedir. Yanlış yolda olanlar için "senin dinin sana, benim dinim bana" denmesini ve onların inançlarına karışılmamasını istemektedir. Kişinin sadece tebliğ yapabileceğini, ötesine geçemeyeceğini söyleyip inançsızlarla kendisinin hesaplaşacağını ve ahirette onlara gerekli cezayı vereceğini söylemektedir.

Demek ki başkalarının dini inanç olarak nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyen ve bunu onlara kabul ettirmeye çalışan kişiler aslında Allah'ın sözüne karşı gelmektedir. Sanki Allah'ın onları doğru yola getirmeye gücü yetmiyormuş gibi davranıp psikolojik veya fiziksel olarak onlara baskı uygulamaya kalkıyorlar. Yetmiyor, kendini tanrı yerine koyup onları cezalandırmaya kalkıyor.

Bu davranışların psikolojik yapısını da tartışıcaz.

2 Ocak 2012 Pazartesi

ZAMANDA YOLCULUK - DİNSEL BAKIŞ

Zamanda yolculuk fikri herhalde bilimin en garip buluşlardan biri. Mantığımızı zorlayan, aklımızın alamadığı ve bazen bilim adamlarının bile sırf bu nedenle karşı çıktığı çok ilginç bir doğa gerçeği

Zamanda yolculuk fikrini iki adımda incelemek lazım. Geleceğe ve geçmişe yolculuk

Gelece yolculuk fikrine zaten pek itiraz eden yok. Hemen hemen her bilim adamı bunun şimdilik teorik de olsa mümkün olabileceğini söylüyor. Zaten görecelik kuramının ışık hızına yakın hızlara ulaşıldığında zamanın genleşmesi kuralı ispatlandı da.

Yani geleceğe gitmekte pek sorun yok. Tek yapmanız gereken hızlanmak. Işık hızına ulaşırsanız teoride zaman sıfır olur. Işık hızına yaklaktıkça zamanınız sıfıra doğru gider. Demek ki ne kadar hızlanırsanız o kadar ileriye sıçrarsınız

Peki, geçmişe geri gidilebilir mi

O da mümkün. Genel bir kabul olarak bir şey bilimde teorik olarak mümkünse pratik olarak da mümkündür. Sadece o teoriyi pratiğe dökecek teknoloji bulunmamış demektir

Evrende zaten zamanda geriye giderek yaşayan parçacıklar var. Bilimsel adları takyon. Işık hızının altı hızlar bizim dünyamızdır ve bunların parçacıkları tardyon olarak anılır ve bizim zamanımız olarak ileriye akar. Işık hızından hızlı hareket eden başka dünyanın parçacıkları ise takyondur ve zamanları bize göre gelecekten geriye doğru gider.

Gelin bilimden biraz uzaklaşıp dinlere ve dinsel yorumlara bakalım

Bay X'in yorumu ile (Bay X ER-GEÇ'in senseyi olur), tardyon nasıl ki ışık hızı altı evreni yani bizim dünyamızı anlatırsa takyonlar da aslında meleklerin dünyasını anlatmaktadır. Meleklerin zamanı bu nedenle bize göre gelecekten geçmişe doğru akar. Bununla ilgili birkaç yorum alalım bay X'ten

* Allah insanı yarattığında melekler dünyada zalimlik yapacak, bozgunculuk çıkarak bir ırk mı yaratacaksın diye itiraz eder. Allah daha Adem'i yaratmamışken melekler bunu nasıl biliyordu ? Biliyordu çünkü onların zamanları bizim geleceğimizden geliyordu.

* Cinlerin gökyüzüne çıkıp belli yerleri "dinlediği" yazar kuranda. Demek ki cinlerin meleklerin takyonik boyutu ile teğetleşip geleceği öğrenmeye çalıştıklarını görüyoruz. Daha sonra bu "kapı" cinlere kapanıyor.

Cinler ise bizim dünyamızda farklı hızlarda yaşamanın sonuçları ile ilgili ilginç bir örnek. Cinlerin insanlardan tek farkı frekanslarının bize göre çok yüksek olmasıdır. Dolayısıyla bizden çok çok daha hızlıdırlar. Işık hızına yakın hızlarda hareket ederler. Bunun doğal sonucu olarak boyutları bizden farklıdır. Yani bir insan ve bir cin dünyanın aynı yerinde, aynı noktasında aynı anda dursalar bile birbirlerine değmezler çünkü boyutları farklıdır.

Astral seyahat ile ilgili birşeyler okumuş olanlar bazı insanların astral seyahat yaparken, belli bir anda tuhaf canlılar ile karşılaştıklarını duymuş olabilirler. Bir tibet rahibi, yazdığı bir kitapta ilk astral seyahatini yaparken yaşadığı bu deneyimi ve etrafında uçuşmaya başlayan tuhaf şeylerden bahseder. Onlar bu canlılara veya şeylere ne der bilemem ama bu bizim kültürümüzde cin dediğimiz şeydir.

Dahası var. Kuranda Allahın kullarımdan bir kul dediği şahsın Musa peygamber ile olan yolculuğu anlatılır. Bu şahıs bir yolculuğunda bir çocuğu öldürür. Musa bunu neden yaptığını, suçsuz bir çocuğu neden öldürdüğünü kızgın bir şekilde sorar ve o kişi de bu çocuğun büyüyünce çok kötü biri olacağını, ana babasına eziyet edeceğini vb şeyler söyler. Bu hikaye sayfalar dolusu anlatılacak bir hikayedir ama bizim şuanki konumuzla ilgisi zaman yolculuğudur. Bu kişi geleceğe gitmiş, orada olanları görmüş, sonra tekrar geçmişe gelmiş ve tarihi değiştirmiştir.

Aynı kişinin Süleyman peygamber ile de olan bir diyaloğu vardır. Bu kişi "göz açıp kapayıncaya" kadar bir sürede çok uzaklardaki bir diyardan Süleyman'ın istediği bir tahtı getirmiştir. Belli ki zamanda ve mekanda yolculuk yapabilmektedir

Konunun dinsel boyutu ile ilgili söylenecek daha çok söz var. Bunları sadece olaya bakışımızda bize ufuk vermesi için anlattık.

Olayın bir de bilimsel boyutu ve gizli olarak yapılmış deneyleri var.

Neyse ki bu dünyada hiçbir şey gizli kalmıyor. Bir sonraki yazıda bu deneyden ve geçmişe yolculuğun nasıl yapılabileceğinden bahsedicez